Şunu kabul edelim önce: Türkiye'nin meselelerine nasıl bakarsanız bakın, Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı olacağının anlaşıldığı günden beri Türkiye'nin bir "Gül derdi" var. Meselenin temelinde de AK Parti'de Başbakanlık dahil pek çok görev üstlenmiş ve daha sonra da aynı tabanın desteğiyle Cumhurbaşkanlığı yapmış Abdullah Gül'ün nereye konulacağının bilinememesi, bu bilinmezliğin doğurduğu "Gül şimdi ne yapacak" endişesi ve ikisinden daha güçlü bir etken olarak Gül'ün AK Parti tabanı üzerindeki yadsınamaz ağırlığı var. Üç değişkeni birden değerlendirdiğinizde de tek tek analiz ettiğinizde de ortaya bir sonuç çıkıyor: Abdullah Gül öyle ya da böyle AK Parti ile kader birliği olan bir siyasetçi.
Neden?
Çünkü Abdullah Gül'ü hiç bir yere koyamadığınızda da AK Parti üzerindeki etkisi ya da parti içi ağırlığı azalmıyor. En azından son bir yılda gördük ki azalmadı.
Bir yıldır Gül'ün ne yapacağı bilinmiyor. AK Parti'ye dönmedi. Seçim süreci de dahil AK Parti'nin en zor günlerinde en hafif tabirle serin bir tavır sergiledi. Buna rağmen alternatif olma özelliğini koruyor.
Bir de işin taban kısmı var. Seçim sonuçlarının ardından tabandan ciddi bir "Abdullah Gül" sesinin yükselmesi boşuna değil. Bu sesin önceden hesap edilmediğini düşünmek de imkansız.
Karşı karşıya bulunduğumuz bu denklemin iki bilinmeyeni var. Erdoğan ve Gül arasındaki ilişkinin mahiyetini doğru yorum yapmamıza imkan verecek düzeyde bilmiyoruz. Ayrıca Abdullah Gül'ün ne yapmak istediğine dair henüz en küçük bir işaret yok.
Burada bir parantez açıp ifade etmeliyim ki Abdullah Gül'in ciddi bir iletişim eksikliği ya da problemi var. Abdullah Gül'ün Hakan Fidan ifadeye çağrıldığında verdiği tepkiyi sanırım ilk yazanlardan birisiyim. Erdal Şafak mezkur iddiayı yinelediğinde de Gül'ün Hakan Fidan'a "İfade vermeye gitme" dediğini ısrarla tekrar ettim. Ancak neden bunu Ahmet Sever ya da bir başkası yazmalı? Böyle bir iddia ortaya çıktığında Abdullah Gül'ün bu iddiaları doğrudan karşılayacak ya da cevaplayacak makul bir iletişim mekanizması yok mu? 7 Şubat'ın neresi 'devlet sırrı' olarak kaldı ki Gül endişe duysun?
İşte "Gül meselesi" aşağı yukarı bu iletişim eksikliğinin oluşturduğu zemin üzerinde gelişti.
Salt bu eksiklikten ötürü soru sormak hakkımız ve Waldo'nun neden orada olmadığını da Henry'nin neden burada durduğunu da artık birinci ağızdan öğrenmek istiyoruz.
Mesela bilmeliyiz artık: Abdullah Gül'ün Beyaz Türklerle özel bir ilişkisi ya da iletişimi var mı? Eğer yoksa Abdullah Gül'ün Türkiye'nin 'siyahi'leriyle iletişimi ne düzeyde? Aşırı soğuk diplomatik programlar, dış temaslar ve yakın arkadaş toplantıları dışında Abdullah Gül ne yapıyor? Tamam, Erdoğan'a karşı bir faaliyet yürütmüyor, parti de kurmayacak, AK Parti'ye de ihtiyaç olmadıkça dönmeyecek. Peki bütün bunları yapmazken Abdullah Gül neyle iştigal ediyor? Eğer Türkiye'nin hiç bir meselesiyle aktif politikacı düzeyince ilgilenmiyorsa neden sürekli gündemde kalıyor ya da tutuluyor?
Mesela bilmeliyiz artık: Ahmet Sever'in kitabında aktardığı kırgınlıkları Erdoğan'la konuşabilecek dostluk zemini de mi yoktu? Neden bu konular konuşulmadı? On dört senedir sürekli yanyana bulunan iki isim arasında bu kadar büyük bir iletişim krizi yaşanıyorsa bu ülke nasıl yönetildi? Eğer böylesi bir kırgınlık yoksa bu konular hangi ulvi sebebe binaen dillendiriliyor?
Mesela bilmeliyiz artık: Fethullah Gülen ve cemaatine en başından beri mesafeli duran Abdullah Gül'ün çevresi bu büyük mesafeyi neden bugün dillendiriyor? Cemaatin programlarına hususen katılmayan Gül, neden bugüne kadar bu mesafeyi en azından hissettirmedi? Eleştiri ya da ima amaçlı sormuyorum. Gül'ün 'Büyükdoğu'cu yönünü iyi biliyorum ancak bu tercih küçük ve görmezden gelinmesi gereken bir nakısa değil.
Mesela bilmeliyiz artık: AK Parti'nin içerisinde bir kriz yoksa neden Şamil Tayyar, Metin Külünk ve çevrelerindeki pek çok isim ısrarla Abdullah Gül karşıtı bir propaganda yürütüyor? Eğer Abdullah Gül bu propagandanın bir tarafı değilse neden bu kişiler ısrarla "Gül yanlısı bir grup var. Her şey onların elinde" diyor? Kim kimden rahatsız? Eğer kimse kimseden rahatsız değilse bu kadar gürültü neden?
Mesela bilmeliyiz artık: Abdullah Gül'ün ajandası nedir? Neden bu ajandayı Ahmet Sever'in kitabında okumalıyız? Milletin ciddi bir teveccüh gösterdiği ve çevresinin de ısrarla "Abdullah Gül bütün kesimleri takdir ettiği bir isim" dediği Abdullah Gül neden ajandasını bizzat açıklamasın? Bu ketumiyet doğal bir spekülasyonlar zinciri doğurduğunda neden tepki gösteriliyor?
Açık söylemek gerekir ki bu sorular salt kişisel bir merakı ifade etmiyor. AK Parti'nin içerisinde neler olduğunu anlamaya çalışan hemen herkes artık bir cevap arayışında. Erdoğan ve çevresi, Davutoğlu ve çevresi, Gül ve çevresi, Kurtulmuş ve çevresi... Kimin neyi hedeflediği noktasında ciddi bir iç tartışma var ve eğer bu görüntü kısa sürede aşılıp bütünlük sağlanmazsa tabanda esaslı bir güven krizi doğabilir.
Ankara'da gittikçe büyüyen iç tartışmanın Gül'ün payına düşen kısmını yazmamın sebebi de aşağı yukarı bu. Elbette herkesin bir kişisel tavrı olabilir ancak Türkiye'nin geldiği noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan ile 1969'da rahmetli Erbakan'ın ülkeye çizdiği rota arasında ciddi bir kader birliği oluştu. İşin aslı Erdoğan'ın düşmesinin Abdullah Gül de dahil herkese büyük zararlar verebileceği bir aşamaya gelindi. Eğer bu aşama geçilir ve Erdoğan fiilen Türk siyasetinden kazınırsa bu sadece bir ismin değil bir çizginin tamamen yenilmesi anlamına gelecek. Bugün Mısır'da gördüğümüz fotoğraf nasıl sadece Mursi'nin değil İhvan'ın da politik alandan kazınması ve sosyal anlamda yer altına inmesi sonucunu doğurduysa; Erdoğan'ın akıbeti de Türkiye açısından benzeri bir beliryeci etkiye sahip.
Bu nedenle Ahmet Sever'in kitabından daha büyük bir meselemiz var ve AK Parti'nin mevcut yönetim katında oluşacak bir kriz kırk yıllık emeği tümden zayi edebilir. Tam da bu nedenle Ahmet Sever'in Suriye politikasına Abdullah Gül'ün şerhlerini yazmasına ihtiyacımız olmamalı. Abdullah Gül; "Eğer Suriye halkı silahlı bir isyana kalkıştıysa ya bunu yatıştırma yoluna gidelim ya da artık uzun vadeli hesapları bırakıp üzerimize ne düşüyorsa eksiksiz yapalım" dediğini kendisi açıklayabilir. Hakeza Mısır politikasında da Muhammed Mursi'ye "Ciddi bir darbe ihtimali var. Önleminizi almalısınız" dediğini de sonrasında devlet prosedürü gereğince tebrik gönderdiğini de kendisi söylemeli.
Çünkü eski veya yeni danışmanlar üzerinden görülen her hesap hem güveni zedeliyor hem de soru işaretlerini çoğaltıyor.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Yasir Kadıoğlu
AK Parti'nin 'Gül meselesi'
Şunu kabul edelim önce: Türkiye'nin meselelerine nasıl bakarsanız bakın, Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı olacağının anlaşıldığı günden beri Türkiye'nin bir "Gül derdi" var. Meselenin temelinde de AK Parti'de Başbakanlık dahil pek çok görev üstlenmiş ve daha sonra da aynı tabanın desteğiyle Cumhurbaşkanlığı yapmış Abdullah Gül'ün nereye konulacağının bilinememesi, bu bilinmezliğin doğurduğu "Gül şimdi ne yapacak" endişesi ve ikisinden daha güçlü bir etken olarak Gül'ün AK Parti tabanı üzerindeki yadsınamaz ağırlığı var. Üç değişkeni birden değerlendirdiğinizde de tek tek analiz ettiğinizde de ortaya bir sonuç çıkıyor: Abdullah Gül öyle ya da böyle AK Parti ile kader birliği olan bir siyasetçi.
Neden?
Çünkü Abdullah Gül'ü hiç bir yere koyamadığınızda da AK Parti üzerindeki etkisi ya da parti içi ağırlığı azalmıyor. En azından son bir yılda gördük ki azalmadı.
Bir yıldır Gül'ün ne yapacağı bilinmiyor. AK Parti'ye dönmedi. Seçim süreci de dahil AK Parti'nin en zor günlerinde en hafif tabirle serin bir tavır sergiledi. Buna rağmen alternatif olma özelliğini koruyor.
Bir de işin taban kısmı var. Seçim sonuçlarının ardından tabandan ciddi bir "Abdullah Gül" sesinin yükselmesi boşuna değil. Bu sesin önceden hesap edilmediğini düşünmek de imkansız.
Karşı karşıya bulunduğumuz bu denklemin iki bilinmeyeni var. Erdoğan ve Gül arasındaki ilişkinin mahiyetini doğru yorum yapmamıza imkan verecek düzeyde bilmiyoruz. Ayrıca Abdullah Gül'ün ne yapmak istediğine dair henüz en küçük bir işaret yok.
Burada bir parantez açıp ifade etmeliyim ki Abdullah Gül'in ciddi bir iletişim eksikliği ya da problemi var. Abdullah Gül'ün Hakan Fidan ifadeye çağrıldığında verdiği tepkiyi sanırım ilk yazanlardan birisiyim. Erdal Şafak mezkur iddiayı yinelediğinde de Gül'ün Hakan Fidan'a "İfade vermeye gitme" dediğini ısrarla tekrar ettim. Ancak neden bunu Ahmet Sever ya da bir başkası yazmalı? Böyle bir iddia ortaya çıktığında Abdullah Gül'ün bu iddiaları doğrudan karşılayacak ya da cevaplayacak makul bir iletişim mekanizması yok mu? 7 Şubat'ın neresi 'devlet sırrı' olarak kaldı ki Gül endişe duysun?
İşte "Gül meselesi" aşağı yukarı bu iletişim eksikliğinin oluşturduğu zemin üzerinde gelişti.
Salt bu eksiklikten ötürü soru sormak hakkımız ve Waldo'nun neden orada olmadığını da Henry'nin neden burada durduğunu da artık birinci ağızdan öğrenmek istiyoruz.
Mesela bilmeliyiz artık: Abdullah Gül'ün Beyaz Türklerle özel bir ilişkisi ya da iletişimi var mı? Eğer yoksa Abdullah Gül'ün Türkiye'nin 'siyahi'leriyle iletişimi ne düzeyde? Aşırı soğuk diplomatik programlar, dış temaslar ve yakın arkadaş toplantıları dışında Abdullah Gül ne yapıyor? Tamam, Erdoğan'a karşı bir faaliyet yürütmüyor, parti de kurmayacak, AK Parti'ye de ihtiyaç olmadıkça dönmeyecek. Peki bütün bunları yapmazken Abdullah Gül neyle iştigal ediyor? Eğer Türkiye'nin hiç bir meselesiyle aktif politikacı düzeyince ilgilenmiyorsa neden sürekli gündemde kalıyor ya da tutuluyor?
Mesela bilmeliyiz artık: Ahmet Sever'in kitabında aktardığı kırgınlıkları Erdoğan'la konuşabilecek dostluk zemini de mi yoktu? Neden bu konular konuşulmadı? On dört senedir sürekli yanyana bulunan iki isim arasında bu kadar büyük bir iletişim krizi yaşanıyorsa bu ülke nasıl yönetildi? Eğer böylesi bir kırgınlık yoksa bu konular hangi ulvi sebebe binaen dillendiriliyor?
Mesela bilmeliyiz artık: Fethullah Gülen ve cemaatine en başından beri mesafeli duran Abdullah Gül'ün çevresi bu büyük mesafeyi neden bugün dillendiriyor? Cemaatin programlarına hususen katılmayan Gül, neden bugüne kadar bu mesafeyi en azından hissettirmedi? Eleştiri ya da ima amaçlı sormuyorum. Gül'ün 'Büyükdoğu'cu yönünü iyi biliyorum ancak bu tercih küçük ve görmezden gelinmesi gereken bir nakısa değil.
Mesela bilmeliyiz artık: AK Parti'nin içerisinde bir kriz yoksa neden Şamil Tayyar, Metin Külünk ve çevrelerindeki pek çok isim ısrarla Abdullah Gül karşıtı bir propaganda yürütüyor? Eğer Abdullah Gül bu propagandanın bir tarafı değilse neden bu kişiler ısrarla "Gül yanlısı bir grup var. Her şey onların elinde" diyor? Kim kimden rahatsız? Eğer kimse kimseden rahatsız değilse bu kadar gürültü neden?
Mesela bilmeliyiz artık: Abdullah Gül'ün ajandası nedir? Neden bu ajandayı Ahmet Sever'in kitabında okumalıyız? Milletin ciddi bir teveccüh gösterdiği ve çevresinin de ısrarla "Abdullah Gül bütün kesimleri takdir ettiği bir isim" dediği Abdullah Gül neden ajandasını bizzat açıklamasın? Bu ketumiyet doğal bir spekülasyonlar zinciri doğurduğunda neden tepki gösteriliyor?
Açık söylemek gerekir ki bu sorular salt kişisel bir merakı ifade etmiyor. AK Parti'nin içerisinde neler olduğunu anlamaya çalışan hemen herkes artık bir cevap arayışında. Erdoğan ve çevresi, Davutoğlu ve çevresi, Gül ve çevresi, Kurtulmuş ve çevresi... Kimin neyi hedeflediği noktasında ciddi bir iç tartışma var ve eğer bu görüntü kısa sürede aşılıp bütünlük sağlanmazsa tabanda esaslı bir güven krizi doğabilir.
Ankara'da gittikçe büyüyen iç tartışmanın Gül'ün payına düşen kısmını yazmamın sebebi de aşağı yukarı bu. Elbette herkesin bir kişisel tavrı olabilir ancak Türkiye'nin geldiği noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan ile 1969'da rahmetli Erbakan'ın ülkeye çizdiği rota arasında ciddi bir kader birliği oluştu. İşin aslı Erdoğan'ın düşmesinin Abdullah Gül de dahil herkese büyük zararlar verebileceği bir aşamaya gelindi. Eğer bu aşama geçilir ve Erdoğan fiilen Türk siyasetinden kazınırsa bu sadece bir ismin değil bir çizginin tamamen yenilmesi anlamına gelecek. Bugün Mısır'da gördüğümüz fotoğraf nasıl sadece Mursi'nin değil İhvan'ın da politik alandan kazınması ve sosyal anlamda yer altına inmesi sonucunu doğurduysa; Erdoğan'ın akıbeti de Türkiye açısından benzeri bir beliryeci etkiye sahip.
Bu nedenle Ahmet Sever'in kitabından daha büyük bir meselemiz var ve AK Parti'nin mevcut yönetim katında oluşacak bir kriz kırk yıllık emeği tümden zayi edebilir. Tam da bu nedenle Ahmet Sever'in Suriye politikasına Abdullah Gül'ün şerhlerini yazmasına ihtiyacımız olmamalı. Abdullah Gül; "Eğer Suriye halkı silahlı bir isyana kalkıştıysa ya bunu yatıştırma yoluna gidelim ya da artık uzun vadeli hesapları bırakıp üzerimize ne düşüyorsa eksiksiz yapalım" dediğini kendisi açıklayabilir. Hakeza Mısır politikasında da Muhammed Mursi'ye "Ciddi bir darbe ihtimali var. Önleminizi almalısınız" dediğini de sonrasında devlet prosedürü gereğince tebrik gönderdiğini de kendisi söylemeli.
Çünkü eski veya yeni danışmanlar üzerinden görülen her hesap hem güveni zedeliyor hem de soru işaretlerini çoğaltıyor.