Bir yılı geçti. Köşe yazmıyorum. Tweetlerimi takip edenler de biliyor ki "kalemin devri geçti" noktasındaydım uzun süredir. Ancak bir yıl önce yazdığım son iki yazının ilkinde Erdoğan'ı neden savunduğumu anlatmıştım. AK Parti tabanında bir ses alttan alta yayılmaya başlamıştı. Seçimlere iki hafta kala o yazıyı yazmamın sebebi de bu seslerdi. "Erdoğan artık zarar veriyor. Biraz sussun" diyen bu ses aslında 15 Temmuz darbesini de çağıran sesti. Kitlelere bunu söyleten beşinci kol harekatı Erdoğan'ı zayıflatma derdindeydi. Hususen yazımın seçimle ilgisi olmadığını söyleyerek açıkça bu duruma itiraz etmiştim. Bir sonraki yazımda ise AK Parti'nin Gül meselesini halletmesi gerektiğini yazmıştım. Çünkü ne Abdullah Gül'ün konumu ne de siyasi itirazları dert. Esas büyük dert Gül'ün karşı safa geçmesi riskiydi ve Gül karşı safa bırakılmamalıydı. Nitekim doğrudan Erdoğan'ın eliyle Gül karşı safa bırakılmadı. Zaten Davutoğlu'nun gitmesiyle birlikte ikili sık sık bir araya gelmeye de başladı. Darbe akşamı da ilk ve en dik tepkilerden birisini Abdullah Gül verdi. Fakat bugün konumuz bunlar değil. Son iki yazımda derdim AK Parti tabanını bütün tutabilmekti. Hatta o tabanın özünü teşkil ettiği Anadolu'nun yerli ve milli çoğunluğu da bütün kalmak zorundaydı. Bütün kalmanın ve blok halde durabilmenin ne kadar önemli olduğunu 15 Temmuz gecesi gördük.
Evet, şu andaki en kritik meselemiz Türkiye'nin yerli ve milli çoğunluğunu bir bütün olarak tutabilmek. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ve onun Türkiye'yi konumlandırdığı yeni stratejik pozisyonun korunması düne göre çok daha önemli.
15 Temmuz gecesinden bu yana da bunu vurguluyorum. Sokakta kalmanın öneminden bahsediyorum. Halkın en üst rütbeli askerden bile daha rütbeli olduğunu anlatıyorum. Halkı tankların önünde duran bir millete ordunun güç yetiremeyeceğini ifade ediyorum. Ancak sosyal medya ve medyada bunu ifade ediyormuş gibi görünen ancak 15 Temmuz krizini fırsata çevirmek isteyen bir kitlenin varlığı eskisinden daha rahatsız edici artık. Çeşitli kurumlar ve isimlerle hesaplaşmak için 15 Temmuz üzerinden soru işaretleri üretip bu soru işaretlerini mahirce çoğaltmanın kimseye faydası yok. Belki kısa vadeli bir takım kazanımlar elde edilebilir. Ancak uzun vadede Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yanında duran kurumları ve isimleri yıpratmak, Erdoğan'ı düşürmek için belki anlık bir darbe girişiminden dahi daha tehlikeli olabilir. Çünkü birincisi kökleri derinlere uzanan bir çınarı devirme çabası iken ikincisi kökleri derinlere uzanan bir çınarın köklerini budama girişimidir.
Neden bunları yazıyorum?
Çünkü 15 Temmuz gecesi ilk elden bir kampanya başlatıldı ve bu kampanyanın şifresi şuydu: İstihbarat zafiyeti.
Bir tamlama ne kadar çok tekrarlanabilirse o kadar çok tekrarlayarak bunu ciddi bir hakikat gibi sunmaya gayret ettiler. Suruç saldırısından beri bu tamlamayı tekrar edenler paralel yapı yanlıları ve pek çok farklı kesimden yeminli Erdoğan karşıtlarıydı. Ancak bu kez "Erdoğan'ı koruyoruz" üst başlığının altına bu iki cümlelik beşinci kol faaliyeti yerleştirildi. Bu faaliyeti icra edenler özde üç şeyi murat ediyorlardı:
- MİT'i algı düzeyinde de olsa Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın karşısında konumlandırmak
- MİT'i işini yapamayan bir pozisyona koyarak halkın nazarında etkisiz pozisyonda konumlandırmak
- MİT'i parçalanmış bir yapı gibi sunarak motivasyonunu düşürmek.
Dikkat ederseniz hiçbir surette Hakan Fidan'ın isminden bahsetmiyorum. 15 Temmuz gibi bir darbe girişiminden sonra elbette güvenlik bürokrasisi böyle bir girişimin önceden haber alındığı halde neden önlenemediğini ciddi şekilde tartışmak zorunda. Hatta bu tartışma sıradan bir toplantı değil ciddi bir özeleştiri suretinde cereyan etmeli.
Ancak kurumsal olarak MİT'in ısrarla hedef alınması ve MİT gibi tamamen insan unsurunun kalitesine bağlı bir kurumun yıpratılması hayra alamet değil.
İstihbarat oluşum süreçleri hakkında hiçbir fikri olmayan ve istihbaratın veri haline gelmesi ile ilgili süreçleri bilmeyen kitleleri "MİT neden bu kadar geç haber verdi?" sorusuyla MİT'e karşı konsolide eden gazeteciler açık söylemek gerek ki iyi niyetle hareket etmiyorlar. Bazen basit ve masum görünen sorular ne kadar mantıksal tutarlılıkla bezenmiş olursa olsun aslında çok farklı amaçların tezahürüdür. Çok basit ve mantıklı bir soru gibi görünüyor değil mi?
En başta belirtelim ki bir istihbarat teşkilatının görevi hiçbir surette eline gelen her bilgiyi anlık olarak bütün kurumlara aktarmak değildir. Her gün haber elemanlarından gelen binlerce sayfalık bilgi, vatandaşlardan gelen ihbarlar ve kurumlarda görevli takip elemanlarının raporları da dahil olmak üzere devasa bir bilgi akışından söz ediyoruz. Bu bilgi akışı belirli bir süreç dahilinde analiz sürecine girer ve tasnif edilerek önceliklerine göre analiz edildikten sonra veri haline gelir. Veri haline gelen bilgiler ise öncelik ve nitelik durumuna göre ilgili kurumlara resmi bilgi notları aracılığı ile gönderilir. Devletin en kritik işini yapan MİT'in bütün bu işleri yapabilmek için çalıştırabildiği personel sayısı ise sadece binlerle ifade edilebilir.
Bu kısmı çözdüğümüze göre devam edebiliriz.
Şu anda bütün Türkiye darbenin 15 Temmuz gecesi yaşandığını zannediyor oysa bu yorum hem eksik hem de bir yönüyle yanlış. 15 Temmuz günü yaşadığımız darbenin ilk harekatı ve hamlesi 7 Şubat 2012 günü yapıldı. 7 Şubat 2012 günü Hakan Fidan'a yapılan hamlenin temelinde zannedildiği kadar derin bir gerekçe yoktu. 2009 yılından önce MİT'in güvenlik soruşturmalarında olumsuz rapor verdiği personeller dahi bürokrasiye atanabiliyordu. Hatta duruma ve konuma göre MİT'te görevlendirildikleri dahi vakiydi. Ancak 2009 yılından sonra Erdoğan - Gül - Fidan üçlüsü ciddi bir şekilde bu yapılanmaya karşı konumlandı. 7 Şubat 2012 günü, Gülen'e bağlı isimler hakkında 2009'dan bu yana ısrarla kırmızı kodlu olumsuz raporu vermeye başlayan esasen MİT, 2018 yılında bütün kuvvet komutanlıklarını ele almayı planlayan paralel yapılanma için ilk tehditti. Hatta 2009 yılından itibaren Yüksek Askeri Şura öncesi Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hangi askerin ne olduğunu gösteren raporlar da verilmeye başlanmıştı. 7 Şubat 2012 günü, MİT'e bir darbe yapıldı ve bu darbe 15 Temmuz günü gördüğümüz kararlılığa benzer bir kararlılık neticesi atlatılabildi. Ancak Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan dışında kimse sürece ciddi bir tepki vermedi ki bunu da 15 Temmuz'un neden bu kadar kolay gelebildiğini gösteren bir detay olarak not edelim.
7 Şubat sonrası MİT'e ciddi bir darbe vuruldu. Çünkü hem PKK / KCK içerisine sızdırılan yapı deşifre oldu hem de kurum içi güven ciddi şekilde zedelendi.
Yani bugün herkesin " Başarısız, nasıl haber alamaz?" dediği MİT, 2012 yılında ilk darbenin vurulduğu kurumdu. O gün devlet topyekün bir karar alabilir ve bugün yaptığı şekilde Gülen'in müritlerini tümüyle tasfiye edebilirdi. Ancak yapmadı.
Detaylarına girmeyeceğim. Ancak kimlerin "Toplumsal gerginliği bu kadar arttırmamak lazım. Gülen'e silahlı örgüt lideri demek nedir yahu? Abartmayalım" diye Ankara kulislerinde gezdiğini iyi biliyorum. Bir adım daha ileri atalım. Darbe akşamı Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Gül konuşana kadar susan ve ne olacağını görmeye çalışanların da bu kişiler olduğunu biliyorum. Yukarıda bahsettiğim safları bir tutabilme saikiyle yazmıyorum. Ancak 7 Şubat 2012 tarihinde Türkiye'ye karşı başlatılan operasyon Şanlıurfa'da yaşanan Suruç katliamına kadar simetrik ilerledi. 2015 yılında Erdoğan'ı tamamen siyasi denklemin dışına itmeyi amaçlayan simetrik operasyon başarıyla icra edilemediği için ve 17 - 25 Aralık, Selam - Tevhid gibi süreçler atlatılabildiği için Suruç saldırısı ile birlikte asimetrik bir operasyon süreci başladı. Atatürk Havalimanı'ndaki katliama kadar devam eden bu süreç esasında Türkiye'yi 15 Temmuz'a hazırladı. Hatta darbecilerin 15 Temmuz sonrası teşekkül ettirecekleri medya yapılanmasında darbenin gerekçesi olarak bu saldırılar sunulacaktı.
Şimdiye kadar yazmadığım bir bilgiyi buraya aktarmamda fayda var: Suruç saldırısı Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı'na bağlı paralel unsurlar tarafından desteklenen bir Özel Harp operasyonuydu. Suruç saldırısının Türkiye'de çatışmalılık ortamını tahrik edeceğini biliyorlardı ve başardılar. PKK'yı destekleyen Kürtleri ve Türk solunu tek parça haline getirip iç savaşı Türkiye'nin kuzeyi ile batısına taşımayı amaçlayan bu girişim asimetrik savaşın başladığı noktaydı. Nitekim bu girişim devam etti. Türkiye'de darbeyi organize eden akıl, PKK'yı şehirlere sokan aklın ta kendisiydi. Aynı şekilde Ankara'daki iki saldırıyı, Vezneciler saldırısını, Taksim saldırısını ve bu süreçte gerçekleşen bütün kitlesel suikastleri organize eden akıl kendisini ilk Suruç'ta gösterdi. Bu çerçevede Trabzon'da güvenlik güçlerine gerçekleştirilen saldırı ve Halkların Birleşik Devrim Hareketi olarak isimlendirilen PKK - Türkiye solu ittifakı esasen bu darbe başarılı olsa da olmasa da ilerlemeye devam edecek olan ayrı bir hareket. Ancak bu hareket aynı zamanda darbeye zemin hazırlayan asimetrik sürecin işaret fişeğiydi.
Haliyle bu sürecin başladığı ilk noktada en temel hedef olan MİT, hala ilk hedef olma niteliğini sürdürüyor. Çünkü yönetici aklı itibariyle tamamen paralel yapıdan bağımsızlaştırılabilmiş ilk devlet kurumu olarak MİT, ciddi bir pozisyonda duruyor.
15 Temmuz günü, 'günü kurtaran' da yine MİT oldu. Şimdi bu mantıksal çerçeveyi de geçebildiğimize göre gelelim "MİT neden bu kadar geç haber verdi?" sorusunun yanıtlarına.
Yukarıda bahsettiğim gibi TSK içerisindeki darbe ihtimali ile "Alevi cunta ile Gülen cuntası" arasındaki ittifak esasen birkaç aydır bilgi dahilindeydi. Ancak bu ittifakın TSK içi personel yapılanmasıyla ilgili bir ittifak mı olduğu yoksa başka bir amaca matuf mu olduğu haliyle bilinmiyordu. 14 Temmuz gününe kadar netleşmiş bir veri yoktu. Ancak 14 Temmuz günü pek çok komutana görev değişiklikleri ile ilgili normal dışı bilgi gidince MİT 15 Temmuz günü bu bilgiyi süreci analiz edebilme amacıyla Genelkurmay ile paylaştı. Bu paylaşımın ardından gelebilecek muhtemel tepkiler ve olası senaryolar teorik düzeyde hazırlandı. Genelkurmay'ın tavrındaki şüpheler izale olmayınca da bilgi doğrudan Cumhurbaşkanı ile paylaşılarak Cumhurbaşkanı'nın Marmaris'i terk etmesi sağlandı. Eğer süreç bu şekilde gelişmeseydi ve MİT, daha agresif bir tavır gösterseydi çok daha farklı bir senaryo işletilebilirdi. Cuntanın tamamen yer altına çekilmesi ve planlanmış faaliyeti icra etmek için daha uygun bir zamanı beklemesi belki 15 Temmuz'da bir kalkışma olmamasına ama 29 Temmuz'da darbenin bizzat kendisinin yol açmasına sebep olabilirdi. Çünkü MİT'in görevi birkaç bin personeli ile darbeyi durdurmak değildir. Darbeyi ilgili taraflara bildirip önlem alınmasını sağlamaktır.
15 Temmuz gecesi daha bildiri bile okunmamışken Emniyet güçlerinin sivile dönmesi, pek çok noktanın polis tarafından tutulması, belediye kamyonlarının ve iş makinelerinin konumlanması kendiliğinden olmadı. Darbenin veri haline geldiği 15 Temmuz günü saat 19:30'da ilgili bütün kurumlar uyarılmıştı. 19:30 sonrasında ise cuntanın darbe faaliyetini icra edip etmeyeceği Marmaris'e saldırı başlayıncaya kadar belli değil. Marmaris'e saldırı 20:30 sularında başladı. İstanbul'da AKOM'a 21:12'de girildi. Benzeri pek çok noktaya planlanandan daha önce ve çok daha az kuvvetle girilmesinin sebebi MİT'in bütün kurumları bilgilendirmiş olmasıydı. 19:30'a kadar ise darbeyi durdurmak Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar'ın sorumluluğundaydı. Tekrar ediyorum Genelkurmay Başkanlığı'nın 15 Temmuz günü gösterdiği tavır esas tartışılması gereken noktadır. Çünkü 15 Temmuz günü darbeye agresif tepkiyi vermesi gereken kurum Genelkurmay'dı. Oysa bugün Genelkurmay'dan daha çok MİT sorumlu tutuluyor. Ki Genelkurmay en hafif tabirle başarısız olunca devlet kurumlarını ayağa kaldıran yine MİT'in kendisi oldu.
MİT'e yönelik hava saldırısında onlarca personelin verdiği agresif karşılığın bir benzerini Genelkurmay'ın herhangi bir biriminde gördük mü? Emniyet'in verdiği agresif karşılığın bir benzerini Genelkurmay'ın herhangi bir biriminde gördük mü?
Tartışmamız gereken asıl nokta burasıdır. İşi haber almak, aldığı haberi analiz etmek ve analiz ettiği haberi veri halinde kurumlara sunmak olan MİT'i ateşin içerisine atanların iyi niyetli olmadığını bu nedenle söylüyorum. MİT en kötümser yorumla bile olsa gecikmiştir. Gecikmesini de agresif tavrı ile izale etmeye gayret etmiştir. Ancak Genelkurmay Başkanlığı saat 16:00'da haberini aldığı darbeyi saat 21:00'e kadar durduramadıysa burada sorumluluk geciken tarafta değildir zannımca.
İyi niyetli davranmaya memuruz bu kesin. Ancak birkaç bin kişiden ibaret ve bildiğimiz kadarıyla paralel yapının en az sızabildiği devlet kurumunu 15 Temmuz'u gerekçe gösterip itibarsızlaştırır ve yıpratırsak bir sonraki dalgada korkarım haberi alabilecek milli bir teşkilatımız da olmayabilir.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Yasir Kadıoğlu
MİT ne yapmalıydı veya MİT size ne yaptı?
Bir yılı geçti. Köşe yazmıyorum. Tweetlerimi takip edenler de biliyor ki "kalemin devri geçti" noktasındaydım uzun süredir. Ancak bir yıl önce yazdığım son iki yazının ilkinde Erdoğan'ı neden savunduğumu anlatmıştım. AK Parti tabanında bir ses alttan alta yayılmaya başlamıştı. Seçimlere iki hafta kala o yazıyı yazmamın sebebi de bu seslerdi. "Erdoğan artık zarar veriyor. Biraz sussun" diyen bu ses aslında 15 Temmuz darbesini de çağıran sesti. Kitlelere bunu söyleten beşinci kol harekatı Erdoğan'ı zayıflatma derdindeydi. Hususen yazımın seçimle ilgisi olmadığını söyleyerek açıkça bu duruma itiraz etmiştim. Bir sonraki yazımda ise AK Parti'nin Gül meselesini halletmesi gerektiğini yazmıştım. Çünkü ne Abdullah Gül'ün konumu ne de siyasi itirazları dert. Esas büyük dert Gül'ün karşı safa geçmesi riskiydi ve Gül karşı safa bırakılmamalıydı. Nitekim doğrudan Erdoğan'ın eliyle Gül karşı safa bırakılmadı. Zaten Davutoğlu'nun gitmesiyle birlikte ikili sık sık bir araya gelmeye de başladı. Darbe akşamı da ilk ve en dik tepkilerden birisini Abdullah Gül verdi. Fakat bugün konumuz bunlar değil. Son iki yazımda derdim AK Parti tabanını bütün tutabilmekti. Hatta o tabanın özünü teşkil ettiği Anadolu'nun yerli ve milli çoğunluğu da bütün kalmak zorundaydı. Bütün kalmanın ve blok halde durabilmenin ne kadar önemli olduğunu 15 Temmuz gecesi gördük.
Evet, şu andaki en kritik meselemiz Türkiye'nin yerli ve milli çoğunluğunu bir bütün olarak tutabilmek. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ve onun Türkiye'yi konumlandırdığı yeni stratejik pozisyonun korunması düne göre çok daha önemli.
15 Temmuz gecesinden bu yana da bunu vurguluyorum. Sokakta kalmanın öneminden bahsediyorum. Halkın en üst rütbeli askerden bile daha rütbeli olduğunu anlatıyorum. Halkı tankların önünde duran bir millete ordunun güç yetiremeyeceğini ifade ediyorum. Ancak sosyal medya ve medyada bunu ifade ediyormuş gibi görünen ancak 15 Temmuz krizini fırsata çevirmek isteyen bir kitlenin varlığı eskisinden daha rahatsız edici artık. Çeşitli kurumlar ve isimlerle hesaplaşmak için 15 Temmuz üzerinden soru işaretleri üretip bu soru işaretlerini mahirce çoğaltmanın kimseye faydası yok. Belki kısa vadeli bir takım kazanımlar elde edilebilir. Ancak uzun vadede Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yanında duran kurumları ve isimleri yıpratmak, Erdoğan'ı düşürmek için belki anlık bir darbe girişiminden dahi daha tehlikeli olabilir. Çünkü birincisi kökleri derinlere uzanan bir çınarı devirme çabası iken ikincisi kökleri derinlere uzanan bir çınarın köklerini budama girişimidir.
Neden bunları yazıyorum?
Çünkü 15 Temmuz gecesi ilk elden bir kampanya başlatıldı ve bu kampanyanın şifresi şuydu: İstihbarat zafiyeti.
Bir tamlama ne kadar çok tekrarlanabilirse o kadar çok tekrarlayarak bunu ciddi bir hakikat gibi sunmaya gayret ettiler. Suruç saldırısından beri bu tamlamayı tekrar edenler paralel yapı yanlıları ve pek çok farklı kesimden yeminli Erdoğan karşıtlarıydı. Ancak bu kez "Erdoğan'ı koruyoruz" üst başlığının altına bu iki cümlelik beşinci kol faaliyeti yerleştirildi. Bu faaliyeti icra edenler özde üç şeyi murat ediyorlardı:
- MİT'i algı düzeyinde de olsa Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın karşısında konumlandırmak
- MİT'i işini yapamayan bir pozisyona koyarak halkın nazarında etkisiz pozisyonda konumlandırmak
- MİT'i parçalanmış bir yapı gibi sunarak motivasyonunu düşürmek.
Dikkat ederseniz hiçbir surette Hakan Fidan'ın isminden bahsetmiyorum. 15 Temmuz gibi bir darbe girişiminden sonra elbette güvenlik bürokrasisi böyle bir girişimin önceden haber alındığı halde neden önlenemediğini ciddi şekilde tartışmak zorunda. Hatta bu tartışma sıradan bir toplantı değil ciddi bir özeleştiri suretinde cereyan etmeli.
Ancak kurumsal olarak MİT'in ısrarla hedef alınması ve MİT gibi tamamen insan unsurunun kalitesine bağlı bir kurumun yıpratılması hayra alamet değil.
İstihbarat oluşum süreçleri hakkında hiçbir fikri olmayan ve istihbaratın veri haline gelmesi ile ilgili süreçleri bilmeyen kitleleri "MİT neden bu kadar geç haber verdi?" sorusuyla MİT'e karşı konsolide eden gazeteciler açık söylemek gerek ki iyi niyetle hareket etmiyorlar. Bazen basit ve masum görünen sorular ne kadar mantıksal tutarlılıkla bezenmiş olursa olsun aslında çok farklı amaçların tezahürüdür. Çok basit ve mantıklı bir soru gibi görünüyor değil mi?
En başta belirtelim ki bir istihbarat teşkilatının görevi hiçbir surette eline gelen her bilgiyi anlık olarak bütün kurumlara aktarmak değildir. Her gün haber elemanlarından gelen binlerce sayfalık bilgi, vatandaşlardan gelen ihbarlar ve kurumlarda görevli takip elemanlarının raporları da dahil olmak üzere devasa bir bilgi akışından söz ediyoruz. Bu bilgi akışı belirli bir süreç dahilinde analiz sürecine girer ve tasnif edilerek önceliklerine göre analiz edildikten sonra veri haline gelir. Veri haline gelen bilgiler ise öncelik ve nitelik durumuna göre ilgili kurumlara resmi bilgi notları aracılığı ile gönderilir. Devletin en kritik işini yapan MİT'in bütün bu işleri yapabilmek için çalıştırabildiği personel sayısı ise sadece binlerle ifade edilebilir.
Bu kısmı çözdüğümüze göre devam edebiliriz.
Şu anda bütün Türkiye darbenin 15 Temmuz gecesi yaşandığını zannediyor oysa bu yorum hem eksik hem de bir yönüyle yanlış. 15 Temmuz günü yaşadığımız darbenin ilk harekatı ve hamlesi 7 Şubat 2012 günü yapıldı. 7 Şubat 2012 günü Hakan Fidan'a yapılan hamlenin temelinde zannedildiği kadar derin bir gerekçe yoktu. 2009 yılından önce MİT'in güvenlik soruşturmalarında olumsuz rapor verdiği personeller dahi bürokrasiye atanabiliyordu. Hatta duruma ve konuma göre MİT'te görevlendirildikleri dahi vakiydi. Ancak 2009 yılından sonra Erdoğan - Gül - Fidan üçlüsü ciddi bir şekilde bu yapılanmaya karşı konumlandı. 7 Şubat 2012 günü, Gülen'e bağlı isimler hakkında 2009'dan bu yana ısrarla kırmızı kodlu olumsuz raporu vermeye başlayan esasen MİT, 2018 yılında bütün kuvvet komutanlıklarını ele almayı planlayan paralel yapılanma için ilk tehditti. Hatta 2009 yılından itibaren Yüksek Askeri Şura öncesi Cumhurbaşkanı Erdoğan'a hangi askerin ne olduğunu gösteren raporlar da verilmeye başlanmıştı. 7 Şubat 2012 günü, MİT'e bir darbe yapıldı ve bu darbe 15 Temmuz günü gördüğümüz kararlılığa benzer bir kararlılık neticesi atlatılabildi. Ancak Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan dışında kimse sürece ciddi bir tepki vermedi ki bunu da 15 Temmuz'un neden bu kadar kolay gelebildiğini gösteren bir detay olarak not edelim.
7 Şubat sonrası MİT'e ciddi bir darbe vuruldu. Çünkü hem PKK / KCK içerisine sızdırılan yapı deşifre oldu hem de kurum içi güven ciddi şekilde zedelendi.
Yani bugün herkesin " Başarısız, nasıl haber alamaz?" dediği MİT, 2012 yılında ilk darbenin vurulduğu kurumdu. O gün devlet topyekün bir karar alabilir ve bugün yaptığı şekilde Gülen'in müritlerini tümüyle tasfiye edebilirdi. Ancak yapmadı.
Detaylarına girmeyeceğim. Ancak kimlerin "Toplumsal gerginliği bu kadar arttırmamak lazım. Gülen'e silahlı örgüt lideri demek nedir yahu? Abartmayalım" diye Ankara kulislerinde gezdiğini iyi biliyorum. Bir adım daha ileri atalım. Darbe akşamı Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Gül konuşana kadar susan ve ne olacağını görmeye çalışanların da bu kişiler olduğunu biliyorum. Yukarıda bahsettiğim safları bir tutabilme saikiyle yazmıyorum. Ancak 7 Şubat 2012 tarihinde Türkiye'ye karşı başlatılan operasyon Şanlıurfa'da yaşanan Suruç katliamına kadar simetrik ilerledi. 2015 yılında Erdoğan'ı tamamen siyasi denklemin dışına itmeyi amaçlayan simetrik operasyon başarıyla icra edilemediği için ve 17 - 25 Aralık, Selam - Tevhid gibi süreçler atlatılabildiği için Suruç saldırısı ile birlikte asimetrik bir operasyon süreci başladı. Atatürk Havalimanı'ndaki katliama kadar devam eden bu süreç esasında Türkiye'yi 15 Temmuz'a hazırladı. Hatta darbecilerin 15 Temmuz sonrası teşekkül ettirecekleri medya yapılanmasında darbenin gerekçesi olarak bu saldırılar sunulacaktı.
Şimdiye kadar yazmadığım bir bilgiyi buraya aktarmamda fayda var: Suruç saldırısı Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı'na bağlı paralel unsurlar tarafından desteklenen bir Özel Harp operasyonuydu. Suruç saldırısının Türkiye'de çatışmalılık ortamını tahrik edeceğini biliyorlardı ve başardılar. PKK'yı destekleyen Kürtleri ve Türk solunu tek parça haline getirip iç savaşı Türkiye'nin kuzeyi ile batısına taşımayı amaçlayan bu girişim asimetrik savaşın başladığı noktaydı. Nitekim bu girişim devam etti. Türkiye'de darbeyi organize eden akıl, PKK'yı şehirlere sokan aklın ta kendisiydi. Aynı şekilde Ankara'daki iki saldırıyı, Vezneciler saldırısını, Taksim saldırısını ve bu süreçte gerçekleşen bütün kitlesel suikastleri organize eden akıl kendisini ilk Suruç'ta gösterdi. Bu çerçevede Trabzon'da güvenlik güçlerine gerçekleştirilen saldırı ve Halkların Birleşik Devrim Hareketi olarak isimlendirilen PKK - Türkiye solu ittifakı esasen bu darbe başarılı olsa da olmasa da ilerlemeye devam edecek olan ayrı bir hareket. Ancak bu hareket aynı zamanda darbeye zemin hazırlayan asimetrik sürecin işaret fişeğiydi.
Haliyle bu sürecin başladığı ilk noktada en temel hedef olan MİT, hala ilk hedef olma niteliğini sürdürüyor. Çünkü yönetici aklı itibariyle tamamen paralel yapıdan bağımsızlaştırılabilmiş ilk devlet kurumu olarak MİT, ciddi bir pozisyonda duruyor.
15 Temmuz günü, 'günü kurtaran' da yine MİT oldu. Şimdi bu mantıksal çerçeveyi de geçebildiğimize göre gelelim "MİT neden bu kadar geç haber verdi?" sorusunun yanıtlarına.
Yukarıda bahsettiğim gibi TSK içerisindeki darbe ihtimali ile "Alevi cunta ile Gülen cuntası" arasındaki ittifak esasen birkaç aydır bilgi dahilindeydi. Ancak bu ittifakın TSK içi personel yapılanmasıyla ilgili bir ittifak mı olduğu yoksa başka bir amaca matuf mu olduğu haliyle bilinmiyordu. 14 Temmuz gününe kadar netleşmiş bir veri yoktu. Ancak 14 Temmuz günü pek çok komutana görev değişiklikleri ile ilgili normal dışı bilgi gidince MİT 15 Temmuz günü bu bilgiyi süreci analiz edebilme amacıyla Genelkurmay ile paylaştı. Bu paylaşımın ardından gelebilecek muhtemel tepkiler ve olası senaryolar teorik düzeyde hazırlandı. Genelkurmay'ın tavrındaki şüpheler izale olmayınca da bilgi doğrudan Cumhurbaşkanı ile paylaşılarak Cumhurbaşkanı'nın Marmaris'i terk etmesi sağlandı. Eğer süreç bu şekilde gelişmeseydi ve MİT, daha agresif bir tavır gösterseydi çok daha farklı bir senaryo işletilebilirdi. Cuntanın tamamen yer altına çekilmesi ve planlanmış faaliyeti icra etmek için daha uygun bir zamanı beklemesi belki 15 Temmuz'da bir kalkışma olmamasına ama 29 Temmuz'da darbenin bizzat kendisinin yol açmasına sebep olabilirdi. Çünkü MİT'in görevi birkaç bin personeli ile darbeyi durdurmak değildir. Darbeyi ilgili taraflara bildirip önlem alınmasını sağlamaktır.
15 Temmuz gecesi daha bildiri bile okunmamışken Emniyet güçlerinin sivile dönmesi, pek çok noktanın polis tarafından tutulması, belediye kamyonlarının ve iş makinelerinin konumlanması kendiliğinden olmadı. Darbenin veri haline geldiği 15 Temmuz günü saat 19:30'da ilgili bütün kurumlar uyarılmıştı. 19:30 sonrasında ise cuntanın darbe faaliyetini icra edip etmeyeceği Marmaris'e saldırı başlayıncaya kadar belli değil. Marmaris'e saldırı 20:30 sularında başladı. İstanbul'da AKOM'a 21:12'de girildi. Benzeri pek çok noktaya planlanandan daha önce ve çok daha az kuvvetle girilmesinin sebebi MİT'in bütün kurumları bilgilendirmiş olmasıydı. 19:30'a kadar ise darbeyi durdurmak Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar'ın sorumluluğundaydı. Tekrar ediyorum Genelkurmay Başkanlığı'nın 15 Temmuz günü gösterdiği tavır esas tartışılması gereken noktadır. Çünkü 15 Temmuz günü darbeye agresif tepkiyi vermesi gereken kurum Genelkurmay'dı. Oysa bugün Genelkurmay'dan daha çok MİT sorumlu tutuluyor. Ki Genelkurmay en hafif tabirle başarısız olunca devlet kurumlarını ayağa kaldıran yine MİT'in kendisi oldu.
MİT'e yönelik hava saldırısında onlarca personelin verdiği agresif karşılığın bir benzerini Genelkurmay'ın herhangi bir biriminde gördük mü? Emniyet'in verdiği agresif karşılığın bir benzerini Genelkurmay'ın herhangi bir biriminde gördük mü?
Tartışmamız gereken asıl nokta burasıdır. İşi haber almak, aldığı haberi analiz etmek ve analiz ettiği haberi veri halinde kurumlara sunmak olan MİT'i ateşin içerisine atanların iyi niyetli olmadığını bu nedenle söylüyorum. MİT en kötümser yorumla bile olsa gecikmiştir. Gecikmesini de agresif tavrı ile izale etmeye gayret etmiştir. Ancak Genelkurmay Başkanlığı saat 16:00'da haberini aldığı darbeyi saat 21:00'e kadar durduramadıysa burada sorumluluk geciken tarafta değildir zannımca.
İyi niyetli davranmaya memuruz bu kesin. Ancak birkaç bin kişiden ibaret ve bildiğimiz kadarıyla paralel yapının en az sızabildiği devlet kurumunu 15 Temmuz'u gerekçe gösterip itibarsızlaştırır ve yıpratırsak bir sonraki dalgada korkarım haberi alabilecek milli bir teşkilatımız da olmayabilir.