PKK, kırk yıllık silahlı propaganda mücadele ve süreçlerinden sonra Kürt sivil siyasetini, sivil ve demokratik mücadeleyi biçimlendirebilme imkanına kavuşmuşken “öz-yönetim”, “öz-savunma” kisvesi altında açıkça “devrimci halk savaşı”nı ilan ederek, kendini Türkiye'deki iktidar oyunlarının ikinci sınıf bir payandası konumuna düşürdü. Bu durumun nedensellikleri kısmen Ortadoğu'daki yeni güçler savaşını işaret etse de nesnel manada bu pratik Türkiye'de “kim iktidar olacak?” sorusunun aktif ve açık bir parçasına dönüştüğü ve buna bağlı olarak kendisinden çok başkaları için bir araca dönüştüğü tereddütsüz altını çizmemiz gereken bir gerçekliktir.
“Devrimci halk savaşı”nın, bu konjonktürde ve bu konjonktürün neden olacağı siyasi sonuçları itibariyle “bilinmeyen” birilerinin kurguladığı bir vekalet savaşı olmaktan öte anlamlar barındırması çok zor: Öyle ki bir taraftan Kürt siyasal tarihinin en yüksek oranda oy oranına ulaşmışken bu potansiyelin içerdiği bütün çözüm imkanlarını yok sayıp, tekrar mücadeleyi daraltıp, bunu silahlı kalkışmaya indirgemek olsa olsa Kürtler'in dışındaki güçlerin çıkarına hizmet eder ancak.
Kürt meselesi, esas olarak, Kürtler'in ulusal ve demokratik taleplerini siyasi yollarla çözme meselesidir. Eğer bu doğru bir tespit ise Kürt sorununun demokratik yollarla çözülmesi esas itibariyle bir iktidar meselesi değildir; başka bir ifade ile Türkiye'de Kürt meselesinin çözümünü kendine dert edinmiş Kürt siyasi partilerinin bu sorunu çözebilmeleri için iktidar olmaları gerekmiyor. Çünkü nihayetinde bu sorun Türkler'in ve Kürtler'in ortak mutabakatlarıyla çözülebilir bir sorun niteliği taşıyor.
Başka bir dizi nedenin yanısıra, sorunun bu niteliğini gören ve önemseyen Abdullah Öcalan 2013 ve 2014 Newroz'larında, açık ifadelerle, silahlı mücadele döneminin kapandığını ilan etti. Silahlı mücadelenin tarihi bakımından, silahlı mücadelenin sonuna gelindiğini ifade eden fikir, temel olarak Türkiye'de Kürt sorununun çözüm için gereksindiği o büyük meşruiyete ulaşmış olduğunu baz alır. Eğer Kürt meselesi, Türkiye kamuoyunda açık bir algıyla çözümünün kaçınılmazlığını anlaşılır hale getirmişse, bu hal hiç kuşkusuz çok temel bir politik değişim ve dönüşümü de zorunlu hale getirir. Başlatılan İmralı görüşmeleri ve bu görüşmelerin bir projesi olarak kamuoyuna sunulan “ barış ve çözüm” süreci esasen iki tarafın da bu tarihsel aklı nesnelleştirerek içselleştirdikleri olarak görüldü ve öyle algılandı. Ama 7 Haziran seçimlerinden sonra ortaya çıkan somut durum bu durumun enazından taraflardan biri açısından böyle algılanmamış olduğuna işaret ediyor. Taraflar arasındaki ihtilafların nitelikleri ne olursa olsun, çözüm süreciyle sağlanmış olan barış ortamının dinamitlenmesi Türk ve Kürt'lerin hiç de hak etmedikleri bir sonuçtur.
7 Haziran seçimleri sürecindeki gerginlik ve 7 Haziran seçimleri sonrası ortaya çıkan siyasal durum bir savaş başlatmayı haklı çıkaracak ciddi nedensellikler içermiyor. Çünkü 7 Haziran sürecinden PKK ve onu temsil eden siyasi yapılar güçlenerek çıktılar, öte yandan 12 yıl kesintisiz iktidar alışkanlığı edinmiş olan AKP tek başına iktidar olma imkanını bile bulamadı. Burada büyük ve yaman çelişkiyi temsil eden taraf, sivil ve demokratik mücadeleden kazançlı çıkan taraf olmasına rağmen muhatabının pozisyonunu gerekçe göstererek silahlı mücadele kararı alan ve uygulayan taraftır.
Otoritesi tartışılmayan önderinin açık ifadelerle “silahlı mücadele miyadını doldurmuştur” söylemine rağmen PKK, neden tekrar “devrimci halk savaşı”nı ilan etme ihtiyacını duydu? Bu ihtiyaç AKP “savaş istiyor” ile izah edilemez. Çünkü ne yaptığını bilen deneyimli hiçbir siyasal güç, muhatabı şunu istiyor diye, muhatabına altın tepside avantajlar ve olanaklar sunmaz. Bir an bu gerekçenin doğru olduğunu varsaysak bile ortada yanıtlanması gereken kocaman bir soru duruyor; 6.000.000 insanın oyuyla 80 milletvekilini meclise gönderme başarısını göstermişken ve bu durumun olası siyasi sonuçlarından biri de seni siyasi iktidarın ortağı olma konumuna yakınlaştırmışken, sen neden demokratik ve sivil siyaseti güçlendirmekten vazgeçip kendini şiddet sarmalına mahkum edersin?
Anlaşılan o ki bu sorunun yanıtını bulmakta epeyce zorlanacağız. Ama bana kalırsa bu sorunun yanıtından çok daha yaşamsal sorumluluklarımız var. Bu sorumlulukların ilki, ne pahasına olursa olsun, bir yolunu bulup bu şiddet sarmalından kurtulmaktır. Ahlaki olarak şiddeti başlatan tarafın şiddeti sonlandırma çabasında öncülük rolü oynaması bir önkoşuldur. Son dört ayın ortaya çıkardığı büyük maliyete baktığımızda herkesten çok Kürtler'in şiddetsiz dönemlere ve çözümlere ihtiyacı var. Kaldı ki son dört ayın pratik sonuçları PKK'ye de çok şey söylüyor: Birincisi, Kürt halkı “devrimci halk savaşı” çağrılarına itibar etmeyerek bu savaşın marjinal ve lokal olarak kalmasını sağlamıştır. İkincisi, PKK ile aynı ideolojik söylemin bir parçası olan HDP de, utangaçca olsa bile, barış ve çözüm iradesinde bir parça olsun israr etmiştir.
Bu iki sosyolojik olgu PKK açısından “devrimci halk savaşı” stratejisinin sürdürülebilir olmadığını göstermiş ve PKK geçici ateşkes ilan etmek zorunda kalmıştır. Çözüm sürecine yeniden dönme ihtimallerini güçlendiren bu gelişmeler elbette değerlidir ve yabana atılamaz. Ama kalıcı bir barış ve sonuç üreten bir çözüm süreci için Türkiye'nin PKK'den beklediği, Türkiye sınırları içerisinde PKK'nin silahlarını gömmesidir. Silahlarını gömmeyen bir PKK ile herhangi bir barış ve çözüm arayışına girilmeyeceği çok açıktır. Eğer PKK başkalarının adına bir vekalet savaşı yürütmüyorsa, eğer PKK gerçekten Kürt halkının bir siyasi temsilcisi olarak davranacaksa elindeki bütün silahları 15 Kasım'da gömeceğini Türkiye ile birlikte bütün dünyaya ilan etmelidir.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
İlhami Işık
Silahları gömme iradesi ve sorumluluğu
PKK, kırk yıllık silahlı propaganda mücadele ve süreçlerinden sonra Kürt sivil siyasetini, sivil ve demokratik mücadeleyi biçimlendirebilme imkanına kavuşmuşken “öz-yönetim”, “öz-savunma” kisvesi altında açıkça “devrimci halk savaşı”nı ilan ederek, kendini Türkiye'deki iktidar oyunlarının ikinci sınıf bir payandası konumuna düşürdü. Bu durumun nedensellikleri kısmen Ortadoğu'daki yeni güçler savaşını işaret etse de nesnel manada bu pratik Türkiye'de “kim iktidar olacak?” sorusunun aktif ve açık bir parçasına dönüştüğü ve buna bağlı olarak kendisinden çok başkaları için bir araca dönüştüğü tereddütsüz altını çizmemiz gereken bir gerçekliktir.
“Devrimci halk savaşı”nın, bu konjonktürde ve bu konjonktürün neden olacağı siyasi sonuçları itibariyle “bilinmeyen” birilerinin kurguladığı bir vekalet savaşı olmaktan öte anlamlar barındırması çok zor: Öyle ki bir taraftan Kürt siyasal tarihinin en yüksek oranda oy oranına ulaşmışken bu potansiyelin içerdiği bütün çözüm imkanlarını yok sayıp, tekrar mücadeleyi daraltıp, bunu silahlı kalkışmaya indirgemek olsa olsa Kürtler'in dışındaki güçlerin çıkarına hizmet eder ancak.
Kürt meselesi, esas olarak, Kürtler'in ulusal ve demokratik taleplerini siyasi yollarla çözme meselesidir. Eğer bu doğru bir tespit ise Kürt sorununun demokratik yollarla çözülmesi esas itibariyle bir iktidar meselesi değildir; başka bir ifade ile Türkiye'de Kürt meselesinin çözümünü kendine dert edinmiş Kürt siyasi partilerinin bu sorunu çözebilmeleri için iktidar olmaları gerekmiyor. Çünkü nihayetinde bu sorun Türkler'in ve Kürtler'in ortak mutabakatlarıyla çözülebilir bir sorun niteliği taşıyor.
Başka bir dizi nedenin yanısıra, sorunun bu niteliğini gören ve önemseyen Abdullah Öcalan 2013 ve 2014 Newroz'larında, açık ifadelerle, silahlı mücadele döneminin kapandığını ilan etti. Silahlı mücadelenin tarihi bakımından, silahlı mücadelenin sonuna gelindiğini ifade eden fikir, temel olarak Türkiye'de Kürt sorununun çözüm için gereksindiği o büyük meşruiyete ulaşmış olduğunu baz alır. Eğer Kürt meselesi, Türkiye kamuoyunda açık bir algıyla çözümünün kaçınılmazlığını anlaşılır hale getirmişse, bu hal hiç kuşkusuz çok temel bir politik değişim ve dönüşümü de zorunlu hale getirir.
Başlatılan İmralı görüşmeleri ve bu görüşmelerin bir projesi olarak kamuoyuna sunulan “ barış ve çözüm” süreci esasen iki tarafın da bu tarihsel aklı nesnelleştirerek içselleştirdikleri olarak görüldü ve öyle algılandı. Ama 7 Haziran seçimlerinden sonra ortaya çıkan somut durum bu durumun enazından taraflardan biri açısından böyle algılanmamış olduğuna işaret ediyor. Taraflar arasındaki ihtilafların nitelikleri ne olursa olsun, çözüm süreciyle sağlanmış olan barış ortamının dinamitlenmesi Türk ve Kürt'lerin hiç de hak etmedikleri bir sonuçtur.
7 Haziran seçimleri sürecindeki gerginlik ve 7 Haziran seçimleri sonrası ortaya çıkan siyasal durum bir savaş başlatmayı haklı çıkaracak ciddi nedensellikler içermiyor. Çünkü 7 Haziran sürecinden PKK ve onu temsil eden siyasi yapılar güçlenerek çıktılar, öte yandan 12 yıl kesintisiz iktidar alışkanlığı edinmiş olan AKP tek başına iktidar olma imkanını bile bulamadı. Burada büyük ve yaman çelişkiyi temsil eden taraf, sivil ve demokratik mücadeleden kazançlı çıkan taraf olmasına rağmen muhatabının pozisyonunu gerekçe göstererek silahlı mücadele kararı alan ve uygulayan taraftır.
Otoritesi tartışılmayan önderinin açık ifadelerle “silahlı mücadele miyadını doldurmuştur” söylemine rağmen PKK, neden tekrar “devrimci halk savaşı”nı ilan etme ihtiyacını duydu? Bu ihtiyaç AKP “savaş istiyor” ile izah edilemez. Çünkü ne yaptığını bilen deneyimli hiçbir siyasal güç, muhatabı şunu istiyor diye, muhatabına altın tepside avantajlar ve olanaklar sunmaz. Bir an bu gerekçenin doğru olduğunu varsaysak bile ortada yanıtlanması gereken kocaman bir soru duruyor; 6.000.000 insanın oyuyla 80 milletvekilini meclise gönderme başarısını göstermişken ve bu durumun olası siyasi sonuçlarından biri de seni siyasi iktidarın ortağı olma konumuna yakınlaştırmışken, sen neden demokratik ve sivil siyaseti güçlendirmekten vazgeçip kendini şiddet sarmalına mahkum edersin?
Anlaşılan o ki bu sorunun yanıtını bulmakta epeyce zorlanacağız. Ama bana kalırsa bu sorunun yanıtından çok daha yaşamsal sorumluluklarımız var. Bu sorumlulukların ilki, ne pahasına olursa olsun, bir yolunu bulup bu şiddet sarmalından kurtulmaktır. Ahlaki olarak şiddeti başlatan tarafın şiddeti sonlandırma çabasında öncülük rolü oynaması bir önkoşuldur. Son dört ayın ortaya çıkardığı büyük maliyete baktığımızda herkesten çok Kürtler'in şiddetsiz dönemlere ve çözümlere ihtiyacı var. Kaldı ki son dört ayın pratik sonuçları PKK'ye de çok şey söylüyor: Birincisi, Kürt halkı “devrimci halk savaşı” çağrılarına itibar etmeyerek bu savaşın marjinal ve lokal olarak kalmasını sağlamıştır. İkincisi, PKK ile aynı ideolojik söylemin bir parçası olan HDP de, utangaçca olsa bile, barış ve çözüm iradesinde bir parça olsun israr etmiştir.
Bu iki sosyolojik olgu PKK açısından “devrimci halk savaşı” stratejisinin sürdürülebilir olmadığını göstermiş ve PKK geçici ateşkes ilan etmek zorunda kalmıştır. Çözüm sürecine yeniden dönme ihtimallerini güçlendiren bu gelişmeler elbette değerlidir ve yabana atılamaz. Ama kalıcı bir barış ve sonuç üreten bir çözüm süreci için Türkiye'nin PKK'den beklediği, Türkiye sınırları içerisinde PKK'nin silahlarını gömmesidir. Silahlarını gömmeyen bir PKK ile herhangi bir barış ve çözüm arayışına girilmeyeceği çok açıktır. Eğer PKK başkalarının adına bir vekalet savaşı yürütmüyorsa, eğer PKK gerçekten Kürt halkının bir siyasi temsilcisi olarak davranacaksa elindeki bütün silahları 15 Kasım'da gömeceğini Türkiye ile birlikte bütün dünyaya ilan etmelidir.