Venezüela, efsanevi lideri Hugo Chaves zamanında altın günlerini yaşadı. Yabancı firmaları istemediği için ve doğal kaynakları kamulaştırdığı için Chavez yönetimi birçok darbe girişimine maruz kaldı. Chavez, ABD'nin de hedef tahtasında olan bir liderdi. Chavez'in fakir çoğunluğun desteğini alması darbe teşebbüslerini başarısız kılan önemli bir unsurdu.
2014 yılı itibariyle petrol fiyatlarında önemli derecede bir düşüş meydana geldi, bu ülkedeki krizi tetikleyen başat faktör olarak değerlendirilebilir. Chavez'in ardından iktidara gelen Nikolas Maduro Chavez gibi halkçı politikalara devam etti ancak ekonominin kötüyü gitmesi ABD'nin fırsatçı tavrına kapı araladı. Latin Amerika'daki bu krizi sözde “demokrasi” savunusu ile körükleyen Trump yönetimi, Maduro'nun rakibi genç siyasetçi Guaido'yu başkan olarak kabul ettiğini ilan etti. Bu süreçte, Bolivya ve Meksika hariç tüm Latin Amerika ülkeleri ABD'nin yanında saf tuttular.
Son günlerde, Trump'a yakın isimlerin (Pompeo ve Bolton) Maduro aleyhinde tweetler attığı biliniyordu. Trump'ın tavrına, Kanada, İspanya, Fransa, İngiltere ve Portekiz gibi ülkeler de katılarak Maduro karşısında yerlerini aldılar. Trump'ın bu tutumu Venezüela'da darbeye ve iç savaşa davetiye demek. ABD'nin öteden beri Latin Amerika'yı arka bahçesi olarak gördüğü ve zaman zaman da kendi milli çıkarları için bu topraklarda askeri darbelere çanak tuttuğu bilinen bir gerçek.
Öte yandan, Türkiye, Çin, Rusya, Yunanistan ve Meksika ise Maduro yanlısı tarafta. Bu tutum demokrasi adına çok önemli. Uluslararası siyasette devletler egemendir (sovereign) ve egemenlik kaidesi gereği devletlerin içişlerine müdahale meşru değildir. Bu bağlamda, ABD ve peşinden giden diğer ülkeler açıkça uluslararası siyasette kabul gören kuralları çiğniyorlar ve meşru olmayan bir zeminde ilerliyorlar.
Trump'ın eyaletine vali atar gibi ülkeye başkan tayin etmesi kabul edilebilir bir durum değil. Avrupa Birliği de sahip olduğu demokratik değerler ile (!) övünmenin yanında son meşru seçimleri tanımayarak Maduro karşısında.
Devletler, doğal kaynakları veya zenginlikleri sebebiyle siyaseten yağmalanıyorlar bundan sonra ekonomik sömürge pekleşiyor, böylece zayıflatılan siyasi iktidar düşürülüyor ve yerine kukla yönetimler getiriliyor. Tüm bunların ışığında şunu iddia etmek hem demokrasi hem de insan hakları bakımından bence en doğrusu: Venezüela krizinde gündeme gelen tartışmalar siyasi veya kişisel değil de ilkesel olarak ele alınmalı. Tıpki Mursi gibi, Maduro'nun politik duruşunu kollamak mesele değil, asıl mesele meşru bir şekilde halkın seçtiği isimlerin dışarıdan birtakım dayatmalar ile alaşağı edilmesine dimdik karşı durmak, asıl mesele bu olmalıdır.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Dr. Begüm Burak
Venezüela krizinde asıl mesele ne?
Venezüela, efsanevi lideri Hugo Chaves zamanında altın günlerini yaşadı. Yabancı firmaları istemediği için ve doğal kaynakları kamulaştırdığı için Chavez yönetimi birçok darbe girişimine maruz kaldı. Chavez, ABD'nin de hedef tahtasında olan bir liderdi. Chavez'in fakir çoğunluğun desteğini alması darbe teşebbüslerini başarısız kılan önemli bir unsurdu.
2014 yılı itibariyle petrol fiyatlarında önemli derecede bir düşüş meydana geldi, bu ülkedeki krizi tetikleyen başat faktör olarak değerlendirilebilir. Chavez'in ardından iktidara gelen Nikolas Maduro Chavez gibi halkçı politikalara devam etti ancak ekonominin kötüyü gitmesi ABD'nin fırsatçı tavrına kapı araladı. Latin Amerika'daki bu krizi sözde “demokrasi” savunusu ile körükleyen Trump yönetimi, Maduro'nun rakibi genç siyasetçi Guaido'yu başkan olarak kabul ettiğini ilan etti. Bu süreçte, Bolivya ve Meksika hariç tüm Latin Amerika ülkeleri ABD'nin yanında saf tuttular.
Son günlerde, Trump'a yakın isimlerin (Pompeo ve Bolton) Maduro aleyhinde tweetler attığı biliniyordu. Trump'ın tavrına, Kanada, İspanya, Fransa, İngiltere ve Portekiz gibi ülkeler de katılarak Maduro karşısında yerlerini aldılar. Trump'ın bu tutumu Venezüela'da darbeye ve iç savaşa davetiye demek. ABD'nin öteden beri Latin Amerika'yı arka bahçesi olarak gördüğü ve zaman zaman da kendi milli çıkarları için bu topraklarda askeri darbelere çanak tuttuğu bilinen bir gerçek.
Öte yandan, Türkiye, Çin, Rusya, Yunanistan ve Meksika ise Maduro yanlısı tarafta. Bu tutum demokrasi adına çok önemli. Uluslararası siyasette devletler egemendir (sovereign) ve egemenlik kaidesi gereği devletlerin içişlerine müdahale meşru değildir. Bu bağlamda, ABD ve peşinden giden diğer ülkeler açıkça uluslararası siyasette kabul gören kuralları çiğniyorlar ve meşru olmayan bir zeminde ilerliyorlar.
Trump'ın eyaletine vali atar gibi ülkeye başkan tayin etmesi kabul edilebilir bir durum değil. Avrupa Birliği de sahip olduğu demokratik değerler ile (!) övünmenin yanında son meşru seçimleri tanımayarak Maduro karşısında.
Devletler, doğal kaynakları veya zenginlikleri sebebiyle siyaseten yağmalanıyorlar bundan sonra ekonomik sömürge pekleşiyor, böylece zayıflatılan siyasi iktidar düşürülüyor ve yerine kukla yönetimler getiriliyor. Tüm bunların ışığında şunu iddia etmek hem demokrasi hem de insan hakları bakımından bence en doğrusu: Venezüela krizinde gündeme gelen tartışmalar siyasi veya kişisel değil de ilkesel olarak ele alınmalı. Tıpki Mursi gibi, Maduro'nun politik duruşunu kollamak mesele değil, asıl mesele meşru bir şekilde halkın seçtiği isimlerin dışarıdan birtakım dayatmalar ile alaşağı edilmesine dimdik karşı durmak, asıl mesele bu olmalıdır.