Türkiye'de askeri darbe geleneğini anlamak için, Silahlı Kuvvetlerin, Osmanlı Devleti'nin çözülme döneminden itibaren yönetim ve siyasette etkili olduğu ve giderek bu etkili konumunu güçlendirdiği gerçeğini görmek ve kabullenmek gereklidir. 1923 sonrası, özellikle devrimlerin uygulanmasında ve yeni rejimin yukarıdan aşağıya doğru içselleştirilmesinin sağlanmasında Silahlı Kuvvetler, adeta sivil siyasi otoritenin bir aracı olarak çalışmıştır. İlerleyen yıllarda, Silahlı Kuvvetler Kemalist Devrim'in iktidar ortaklığından özellikle CHP'nin seçim yenilgisinden sonra çıkacaklardır. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bu dönemde subayların hoşnutsuzlukları sadece iç politika odaklı değildir, dış dinamikler de (NATO üyeliği gibi) rol oynamıştır. Bununla birlikte 1950'deki iktidarın el değiştirmesi olayı iç dinamikler açısından belirleyici sonuçlar doğurmuştur. Demokrat Parti kimi eylemleriyle Kemalist mirasa ihanetle suçlanmış ve 1960'da tarihin ilk askeri darbesi vuku bulmuştur. 27 Mayıs 1960 sonrası ordunun siyasal ve yönetsel alanda özerklik kazandığı bilinmektedir.
Öte yandan, 1971'de bir dolaylı askeri müdahale daha meydana gelmiştir. Silahlı Kuvvetler içinde 1963'ten sonra hiziplere bölünme söz konusuydu. Emir-komuta zincirinin dışından sol nitelikli müdahale tehdidi vardı. Dönemde yaşanan siyasal ve ekonomik krizlere referans veren bir muhtıra 12 Mart'ta iktidara sunulmuştur.
12 Eylül 1980 askeri darbesine giden yolda da, parlamenter sistem tıkanıklığının etkisiyle sivil rejimin çöküşe doğru gittiği bilinmekteydi. Ordu, parlamenter sistemin sorunları çözmede inisiyatif alamamasının itici gücüyle üçüncü kez yönetime el koyarak 12 Eylül 1980'de demokrasinin bir kez daha askıya alınmasına sebep olmuştur. Demokrasinin üçüncü kez rafa kaldırılmasına giden yolda, uygunsuz birleşimlerle kurulan koalisyon hükümetlerinin payının büyük olduğu bilinmektedir. 1980 askeri darbesine giden yolda ekonomik faktörler de belirleyici bir rol oynamıştır. 1977 – 1980 yılları arasında ekonominin oldukça kötü bir durumda olduğu kaydedilmektedir. İşçilerin devam eden huzursuzluklarıyla birleşen döviz kıtlığının (dolayısıyla petrol, hammadde ve yedek parça kıtlığı) kaçınılmaz olarak milli gelir üzerinde bunaltıcı bir etki yarattığı dile getirilmektedir. Nihayet sokak şiddetinin de kattığı ivmeyle askeri darbeye kapı aralanmıştır. 12 Eylül sonrası toplum ve siyaset, militarizasyonu yoğun olarak yaşamıştır.
1980'lerde başlayan ve geleneksel siyasal yapıların çözülüşüne tanıklık eden 1990'larda, 1983 sonrası yavaş yavaş devlet-dışı aktörlerin (Sivil Toplum Örgütleri) güç kazanmaya başladığı ve kültürel aidiyetlerin siyasileştiği kaydedilmektedir. Öte yandan, serbest piyasa ekonomisine geçişle birlikte devlet, eski konumundan farklılaşmaya başlamıştır. Ekonomik liberalleşmeyle birlikte İslami sermayenin bir iktisadi aktör olarak güç kazanmasıyla siyasal alandaki farklılaşmayı sermaye yapısındaki farklılaşma izlemiştir. Bu bağlamda, 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden oyların yüzde 21,4'ünü alarak 158 milletvekili çıkaran Refah Partisi'nin nin sandıktan birinci parti olarak çıkmasının kimi asker ve sivil çevrelerde gerilimlere sebep olduğu bilinmektedir. Siyasal literatüre “post-modern” darbe olarak geçen 28 Şubat Süreci'ne (1997) zemin hazırlayan faktörlerin başında Kemalistler tarafından RP'nin demokrasiye ve demokrasinin önkoşulu olan laikliğe inanmadığı tezi ileri sürülmektedir. Bu dönemde, TSK'nın meşru yollarla iş başına gelmiş olan Refahyol Hükümeti'ni görevinden uzaklaştırmak için başvurduğu yollardan en önemlisi yargı mensuplarına, akademik çevrelere ve medyaya sunduğu brifinglerdir.
“Post-Modern” darbe sonrası Refahyol Hükümeti son bulmuştur. Öte yandan bu dönemde iç ve dış politikada askerin hükümeti devre-dışı bırakan icraatları olduğu bilinmektedir. İç politikada askerin Kürt meselesiyle ilgili kendi iç bünyesinde ekonomik ve sosyal nitelikli önlem paketi hazırlaması ve İçişleri Bakanlığı'nı atlayarak özellikle valilikler vasıtasıyla MGK kararlarının bir kısmının uygulatılmasına ilişkin uygulamaları buna örnek olarak gösterilebilir.
Öte yandan, 28 Şubat Süreci'nin Milli Görüş içinde bölünmelere yol açtığı bilinmektedir. Milli Görüş içindeki yenilikçi kanat 3 Kasım 2002 seçimlerinden galip çıkmıştır. Gelenekçi kanat ise Saadet Partisi'ni kurmuştur. Yenilikçilerin kurmuş olduğu AK Parti' nin iktidara gelmesinin, 1999'da Avrupa Birliği'ne tam üyelik statüsü sonrası askeri bürokrasisinin göreli de olsa liberal demokrasilerdeki olağan rolüne evrilmesine ve askeri bürokrasinin sistem içindeki özerkliğini zayıflatan gelişmelere zemin hazırladığı bilinmektedir. Özellikle 2003'ten sonraki düzenlemeler sistemin kısmi de olsa sivilleşmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Diğer taraftan, 2002 seçimleri öncesi asker-sivil ilişkilerinin seyrine ve yapılan yasal düzenlemelere bakacak olursak 2001 tarihinde gerçekleşen, 1982 Anayasası'nın 37. maddesini içeren en kapsamlı anayasa değişikliği çerçevesinde, MGK'nın yapısı ve faaliyetlerini düzenleyen 118. maddenin elden geçtiğini görürüz. Bu düzenlemeyle askeri kesimin sayısal üstünlüğü siviller lehine bozulmuştur. AK Parti döneminde atılan yasal adımlar ve AB uyum süreçleri ordunun demokrasilerdeki olağan konumuna geçmesini sağlamıştır. 28 Şubat ise hala demokrasi tarihimizde “kara leke” olarak anılmaktadır. Bu leke ise tarihi ve kültürel bir mirasın yansımasıdır, denebilir.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Dr. Begüm Burak
28 Şubat tarihi bir mirasın eseri miydi?
Türkiye'de askeri darbe geleneğini anlamak için, Silahlı Kuvvetlerin, Osmanlı Devleti'nin çözülme döneminden itibaren yönetim ve siyasette etkili olduğu ve giderek bu etkili konumunu güçlendirdiği gerçeğini görmek ve kabullenmek gereklidir. 1923 sonrası, özellikle devrimlerin uygulanmasında ve yeni rejimin yukarıdan aşağıya doğru içselleştirilmesinin sağlanmasında Silahlı Kuvvetler, adeta sivil siyasi otoritenin bir aracı olarak çalışmıştır. İlerleyen yıllarda, Silahlı Kuvvetler Kemalist Devrim'in iktidar ortaklığından özellikle CHP'nin seçim yenilgisinden sonra çıkacaklardır. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bu dönemde subayların hoşnutsuzlukları sadece iç politika odaklı değildir, dış dinamikler de (NATO üyeliği gibi) rol oynamıştır. Bununla birlikte 1950'deki iktidarın el değiştirmesi olayı iç dinamikler açısından belirleyici sonuçlar doğurmuştur. Demokrat Parti kimi eylemleriyle Kemalist mirasa ihanetle suçlanmış ve 1960'da tarihin ilk askeri darbesi vuku bulmuştur. 27 Mayıs 1960 sonrası ordunun siyasal ve yönetsel alanda özerklik kazandığı bilinmektedir.
Öte yandan, 1971'de bir dolaylı askeri müdahale daha meydana gelmiştir. Silahlı Kuvvetler içinde 1963'ten sonra hiziplere bölünme söz konusuydu. Emir-komuta zincirinin dışından sol nitelikli müdahale tehdidi vardı. Dönemde yaşanan siyasal ve ekonomik krizlere referans veren bir muhtıra 12 Mart'ta iktidara sunulmuştur.
12 Eylül 1980 askeri darbesine giden yolda da, parlamenter sistem tıkanıklığının etkisiyle sivil rejimin çöküşe doğru gittiği bilinmekteydi. Ordu, parlamenter sistemin sorunları çözmede inisiyatif alamamasının itici gücüyle üçüncü kez yönetime el koyarak 12 Eylül 1980'de demokrasinin bir kez daha askıya alınmasına sebep olmuştur. Demokrasinin üçüncü kez rafa kaldırılmasına giden yolda, uygunsuz birleşimlerle kurulan koalisyon hükümetlerinin payının büyük olduğu bilinmektedir. 1980 askeri darbesine giden yolda ekonomik faktörler de belirleyici bir rol oynamıştır. 1977 – 1980 yılları arasında ekonominin oldukça kötü bir durumda olduğu kaydedilmektedir. İşçilerin devam eden huzursuzluklarıyla birleşen döviz kıtlığının (dolayısıyla petrol, hammadde ve yedek parça kıtlığı) kaçınılmaz olarak milli gelir üzerinde bunaltıcı bir etki yarattığı dile getirilmektedir. Nihayet sokak şiddetinin de kattığı ivmeyle askeri darbeye kapı aralanmıştır. 12 Eylül sonrası toplum ve siyaset, militarizasyonu yoğun olarak yaşamıştır.
1980'lerde başlayan ve geleneksel siyasal yapıların çözülüşüne tanıklık eden 1990'larda, 1983 sonrası yavaş yavaş devlet-dışı aktörlerin (Sivil Toplum Örgütleri) güç kazanmaya başladığı ve kültürel aidiyetlerin siyasileştiği kaydedilmektedir. Öte yandan, serbest piyasa ekonomisine geçişle birlikte devlet, eski konumundan farklılaşmaya başlamıştır. Ekonomik liberalleşmeyle birlikte İslami sermayenin bir iktisadi aktör olarak güç kazanmasıyla siyasal alandaki farklılaşmayı sermaye yapısındaki farklılaşma izlemiştir. Bu bağlamda, 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden oyların yüzde 21,4'ünü alarak 158 milletvekili çıkaran Refah Partisi'nin nin sandıktan birinci parti olarak çıkmasının kimi asker ve sivil çevrelerde gerilimlere sebep olduğu bilinmektedir. Siyasal literatüre “post-modern” darbe olarak geçen 28 Şubat Süreci'ne (1997) zemin hazırlayan faktörlerin başında Kemalistler tarafından RP'nin demokrasiye ve demokrasinin önkoşulu olan laikliğe inanmadığı tezi ileri sürülmektedir. Bu dönemde, TSK'nın meşru yollarla iş başına gelmiş olan Refahyol Hükümeti'ni görevinden uzaklaştırmak için başvurduğu yollardan en önemlisi yargı mensuplarına, akademik çevrelere ve medyaya sunduğu brifinglerdir.
“Post-Modern” darbe sonrası Refahyol Hükümeti son bulmuştur. Öte yandan bu dönemde iç ve dış politikada askerin hükümeti devre-dışı bırakan icraatları olduğu bilinmektedir. İç politikada askerin Kürt meselesiyle ilgili kendi iç bünyesinde ekonomik ve sosyal nitelikli önlem paketi hazırlaması ve İçişleri Bakanlığı'nı atlayarak özellikle valilikler vasıtasıyla MGK kararlarının bir kısmının uygulatılmasına ilişkin uygulamaları buna örnek olarak gösterilebilir.
Öte yandan, 28 Şubat Süreci'nin Milli Görüş içinde bölünmelere yol açtığı bilinmektedir. Milli Görüş içindeki yenilikçi kanat 3 Kasım 2002 seçimlerinden galip çıkmıştır. Gelenekçi kanat ise Saadet Partisi'ni kurmuştur. Yenilikçilerin kurmuş olduğu AK Parti' nin iktidara gelmesinin, 1999'da Avrupa Birliği'ne tam üyelik statüsü sonrası askeri bürokrasisinin göreli de olsa liberal demokrasilerdeki olağan rolüne evrilmesine ve askeri bürokrasinin sistem içindeki özerkliğini zayıflatan gelişmelere zemin hazırladığı bilinmektedir. Özellikle 2003'ten sonraki düzenlemeler sistemin kısmi de olsa sivilleşmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Diğer taraftan, 2002 seçimleri öncesi asker-sivil ilişkilerinin seyrine ve yapılan yasal düzenlemelere bakacak olursak 2001 tarihinde gerçekleşen, 1982 Anayasası'nın 37. maddesini içeren en kapsamlı anayasa değişikliği çerçevesinde, MGK'nın yapısı ve faaliyetlerini düzenleyen 118. maddenin elden geçtiğini görürüz. Bu düzenlemeyle askeri kesimin sayısal üstünlüğü siviller lehine bozulmuştur. AK Parti döneminde atılan yasal adımlar ve AB uyum süreçleri ordunun demokrasilerdeki olağan konumuna geçmesini sağlamıştır. 28 Şubat ise hala demokrasi tarihimizde “kara leke” olarak anılmaktadır. Bu leke ise tarihi ve kültürel bir mirasın yansımasıdır, denebilir.