Günümüzde şiddet olayları gerek ulusal gerekse küresel düzeyde o denli yoğunluk kazandı ki artık bu kavram çeşitli nitelendirmelerle anılmaya başlandı. Daha detaylı şiddet tanımlamaları ortaya çıktı. Ekonomik şiddet, psikolojik şiddet veya cinsel şiddet gibi.
Bir kavram olarak şiddet saldırganlığın çeşit ve derecesi olarak tanımlanabilir. Şiddet bedensel ve ruhsal bütünlüğe yönelik cebir ve tehdit kullanımı olarak da tanımlanabilir.
Siyaset sosyolojisine “şiddet” kavramsallaştırmasını kazandıran en önemli siyaset bilimcilerden Alman asıllı ABD'li Hannah Arendt (1906-1975) 1969 yılında yayımlanan Şiddet Üzerine isimli çalışmasında, iktidarın mutlak hakimiyetinin bulunmadığı yerlerde şiddetin kaçınılmaz olduğunu vurgulamıştır. Arendt'e göre, iki kavram birbirinin karşıtıdır.
Arendt'e göre, şiddet doğası gereği amaç değildir, araçsal bir niteliğe sahiptir. İktidarın varlığının tehdit altına alındığı durumlarda şiddetin vücut bulduğu söylenebilir. Çünkü iktidarın var olabilmesi için şiddet üzerinde bir hakimiyeti olmalıdır. Arendt'e göre, iktidarı elinde tutup da kaybetmeye başladığını hisseden herkes kaybettiklerinin yerine şiddeti koymanın cazibesine karşı direnmektedir. Başka bir söyleminde Arendt, “şiddetin mutlak hüküm sürdüğü yerde, her şey ve herkes sessiz kalmaya mahkumdur.” ifadesini kullanmıştır.
Bu yazımda, Arendt'in kavramsal analizleri ışığında ülkemizde vuku bulan şiddet olaylarını ailede şiddet, holiganizm ve eğitim alanında şiddet başlıkları altında incelemeye ve şiddet vakalarının psiko-sosyal ve sosyo-kültürel arkaplanını çözümlemeye çalışacağım.
Bildiğimiz gibi, yeni yılı çok acı bir olayla karşıladık. Kopya çekerken yakalanan öğrencisi tarafından hunharca katledilen genç akademisyen Ceren Damar'ın öyküsü tüm Türkiye'yi derinden yaraladı. Ceren Damar'ın kaybı, toplumda artan şiddet eğiliminin yanında eğitim algımızı da mercek altına almamızı sağladı. Bu bağlamda, eğitim almak diploma denen bir kağıt sahibi olmaya indirgendiği anda şiddetin asla önlenebilir bir olgu olamayacağına vurgu yapmak yanlış olmayacaktır.
Geçtiğimiz günlerde yaşanan bir diğer can yakan olay ise anne babası boşandıktan sonra babası ile yaşayan ve ev ödevini yapmadığı gerekçesiyle süpürgenin demir borusu ile dövülerek öldürülen 6 yaşındaki Mertcan'ın ölümü oldu. Aile içi şiddet özellikle kadına ve çocuğa yönelik olan şiddet maalesef ülke gündeminde hep en üst sıralarda. Eşinden ayrılmak istediği için öldürülen kadınlar ana haber bültenlerinde ilk sıralarda yer alıyor. Kadına yönelik şiddet vakalarında, maalesef eğitim düzeyi yüksek erkeklerin de partnerlerine şiddet uyguladığı gerçeği şiddet sorununun ne kadar ciddi olduğunu gözler önüne seriyor. Türkiye'de yaşanan aile içi şiddet olaylarının anatomisini incelediğimizde kadına biçilen “geleneksel” rollerin ve psiko-sosyal faktörlerin başrolde olduğunu görebiliriz. Gelinlik-kefen söylemini psiko-sosyal faktörleri açıklayan önemli bir unsur olarak ele alabiliriz.
Öte yandan, futbol maçlarında vuku bulan şiddet olayları ve artan holiganizm de şiddetin toplumsal boyutunu göstermesi açısından önemli. Toplumsal düzeyde artan şiddet olgusunun arkasında yatan etmenleri sıralayacak olursak, bu etmenlerin başında dogmatizm geliyor, denebilir. Bireylerin kendi fikirlerini tek doğru olarak görmesi ve farklı görüşlere karşı paranoyakça yaklaşımları şiddeti tetiklemektedir. Öten yandan, artan ekonomik sıkıntılar ve zayıflayan aile kurumu gibi etmenler de şiddeti tırmandırmakta.
Son olarak şunu belirtmekte fayda var: şiddetin mutlak olarak engellenmesi mümkün olmasa da eğitime yatırım, tolerans ve hukukun üstünlüğü gibi demokratik değerlerin güçlendirilmesi ve sosyal devlet pratiğinin güçlendirilmesi gibi adımlarla toplumda şiddet azaltılabilir. Şunu vurgulamakta da fayda görüyorum, Türkiye'de tekil örnekler üzerinden “toplumda şiddet artıyor” savı istatistiksel bilgilerle desteklenmedikçe toplumsal huzur sarsılacaktır; bu bakımdan gerek yazılı ve görsel gerekse dijital medya organlarına büyük sorumluluk düşmektedir. Şiddetin haber söylemlerine yansıması ve topluma doğru bilgilerin aktarılması şiddet ile mücadelede önemli yer tutmaktadır.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Dr. Begüm Burak
Sosyolojik bir vaka olarak şiddet sarmalı
Günümüzde şiddet olayları gerek ulusal gerekse küresel düzeyde o denli yoğunluk kazandı ki artık bu kavram çeşitli nitelendirmelerle anılmaya başlandı. Daha detaylı şiddet tanımlamaları ortaya çıktı. Ekonomik şiddet, psikolojik şiddet veya cinsel şiddet gibi.
Bir kavram olarak şiddet saldırganlığın çeşit ve derecesi olarak tanımlanabilir. Şiddet bedensel ve ruhsal bütünlüğe yönelik cebir ve tehdit kullanımı olarak da tanımlanabilir.
Siyaset sosyolojisine “şiddet” kavramsallaştırmasını kazandıran en önemli siyaset bilimcilerden Alman asıllı ABD'li Hannah Arendt (1906-1975) 1969 yılında yayımlanan Şiddet Üzerine isimli çalışmasında, iktidarın mutlak hakimiyetinin bulunmadığı yerlerde şiddetin kaçınılmaz olduğunu vurgulamıştır. Arendt'e göre, iki kavram birbirinin karşıtıdır.
Arendt'e göre, şiddet doğası gereği amaç değildir, araçsal bir niteliğe sahiptir. İktidarın varlığının tehdit altına alındığı durumlarda şiddetin vücut bulduğu söylenebilir. Çünkü iktidarın var olabilmesi için şiddet üzerinde bir hakimiyeti olmalıdır. Arendt'e göre, iktidarı elinde tutup da kaybetmeye başladığını hisseden herkes kaybettiklerinin yerine şiddeti koymanın cazibesine karşı direnmektedir. Başka bir söyleminde Arendt, “şiddetin mutlak hüküm sürdüğü yerde, her şey ve herkes sessiz kalmaya mahkumdur.” ifadesini kullanmıştır.
Bu yazımda, Arendt'in kavramsal analizleri ışığında ülkemizde vuku bulan şiddet olaylarını ailede şiddet, holiganizm ve eğitim alanında şiddet başlıkları altında incelemeye ve şiddet vakalarının psiko-sosyal ve sosyo-kültürel arkaplanını çözümlemeye çalışacağım.
Bildiğimiz gibi, yeni yılı çok acı bir olayla karşıladık. Kopya çekerken yakalanan öğrencisi tarafından hunharca katledilen genç akademisyen Ceren Damar'ın öyküsü tüm Türkiye'yi derinden yaraladı. Ceren Damar'ın kaybı, toplumda artan şiddet eğiliminin yanında eğitim algımızı da mercek altına almamızı sağladı. Bu bağlamda, eğitim almak diploma denen bir kağıt sahibi olmaya indirgendiği anda şiddetin asla önlenebilir bir olgu olamayacağına vurgu yapmak yanlış olmayacaktır.
Geçtiğimiz günlerde yaşanan bir diğer can yakan olay ise anne babası boşandıktan sonra babası ile yaşayan ve ev ödevini yapmadığı gerekçesiyle süpürgenin demir borusu ile dövülerek öldürülen 6 yaşındaki Mertcan'ın ölümü oldu. Aile içi şiddet özellikle kadına ve çocuğa yönelik olan şiddet maalesef ülke gündeminde hep en üst sıralarda. Eşinden ayrılmak istediği için öldürülen kadınlar ana haber bültenlerinde ilk sıralarda yer alıyor. Kadına yönelik şiddet vakalarında, maalesef eğitim düzeyi yüksek erkeklerin de partnerlerine şiddet uyguladığı gerçeği şiddet sorununun ne kadar ciddi olduğunu gözler önüne seriyor. Türkiye'de yaşanan aile içi şiddet olaylarının anatomisini incelediğimizde kadına biçilen “geleneksel” rollerin ve psiko-sosyal faktörlerin başrolde olduğunu görebiliriz. Gelinlik-kefen söylemini psiko-sosyal faktörleri açıklayan önemli bir unsur olarak ele alabiliriz.
Öte yandan, futbol maçlarında vuku bulan şiddet olayları ve artan holiganizm de şiddetin toplumsal boyutunu göstermesi açısından önemli. Toplumsal düzeyde artan şiddet olgusunun arkasında yatan etmenleri sıralayacak olursak, bu etmenlerin başında dogmatizm geliyor, denebilir. Bireylerin kendi fikirlerini tek doğru olarak görmesi ve farklı görüşlere karşı paranoyakça yaklaşımları şiddeti tetiklemektedir. Öten yandan, artan ekonomik sıkıntılar ve zayıflayan aile kurumu gibi etmenler de şiddeti tırmandırmakta.
Son olarak şunu belirtmekte fayda var: şiddetin mutlak olarak engellenmesi mümkün olmasa da eğitime yatırım, tolerans ve hukukun üstünlüğü gibi demokratik değerlerin güçlendirilmesi ve sosyal devlet pratiğinin güçlendirilmesi gibi adımlarla toplumda şiddet azaltılabilir. Şunu vurgulamakta da fayda görüyorum, Türkiye'de tekil örnekler üzerinden “toplumda şiddet artıyor” savı istatistiksel bilgilerle desteklenmedikçe toplumsal huzur sarsılacaktır; bu bakımdan gerek yazılı ve görsel gerekse dijital medya organlarına büyük sorumluluk düşmektedir. Şiddetin haber söylemlerine yansıması ve topluma doğru bilgilerin aktarılması şiddet ile mücadelede önemli yer tutmaktadır.