İtiraf edeyim ki Cemal Kaşıkçı cinayetini ilk önce (iki Türk yetkiliye dayandırarak) yabancı ajansların duyurmasını yadırgamış, bu ajanslara bilgi veren yetkililerin kim olduğunun bulunması gerektiğini düşünmüştüm. Her aceleci yorumcu gibi yanılmışım. Günler ilerledikçe yabancı ajanslara azar azar yapılan bilgilendirmelerin başarılı bir iletişim ve kriz yönetimi yöntemi olarak seçildiği anlaşıldı. Önce yerli ajanslar yayınlasa, belki de uluslararası kamuoyunda bu kadar büyük bir etki yaratılamayacaktı. Bunu herhalde Cumhurbaşkanlığı iletişim ofisinin ve istihbaratın başarısı saymak gerekir. *** İlerleyen günlerde, Suud yönetimi, konsolosluk binasında dolapları basına gösterip “bakın burada değil” saçmalığından, 22 kişiyi tutuklayıp beş tanesini idamla yargılama aşamasına evrildi. Bütün dünya (Kılıçdaroğlu hariç) Türkiye'yi takdir, Suud yönetimini tel'in etmeye başladı. Nihayet Birleşmiş Milletler de “uluslararası soruşturma” çağrısı yaptı. En son Arjantin'deki G20 zirvesinde Başkan Erdoğan'ın “uluslararası yargıyı ayağa kaldırmak ve Birleşmiş Milletler'i harekete geçirmek”ten söz etmesi ve Suudi veliaht prensini, tüm liderlerin önünde apaçık suçlamasıyla prensin kaçabileceği bir yer kalmadı. Artık Kaşıkçı cinayeti davası, Erdoğan'ın şeffaflık ve adalet zemininde yürüttüğü çabalar sayesinde, sadece bir cinayet davası olmaktan çıktı. Aynı zamanda, karşı karşıya gelen iki ahlaki önermenin tartışılmasına dönüştü. Erdoğan dünyayı iki ahlaki ilkeden birini tercih edip buna göre davranmaya zorluyor. *** Bu ilkelerden biri, Trump'ın savunduğu ve sadece paranın hükümranlığına dayanan “ilke”. Olaya ticari ilişkileri ve İsrail'in güvenliği penceresinden bakan ABD başkanı “yaşadığımız berbat çağda belki de bütün dünya suçlu” gibi anlamsız argümanlarla prensi harcamaya bir türlü yanaşmadı. Ama “tarihteki en kötü örtbas girişimi” diyerek suçluyu bildiğini de itiraf etmiş oldu. G20 zirvesine prensin gönderilmesi onu yeniden meşrulaştırma girişimiydi. Nitekim Putin'le samimi pozları, Macron'la baş başa samimi görüşmeleri gibi medyaya yansıyan kareler bunu kanıtlar nitelikte. Herkes cinayetin baş sorumlusunun veliaht prens olduğunu biliyor ama Suudi petro-dolarları öyle iştah açıcı ki kimse onunla arasını bozmayı göze alamıyor. İkinci ahlaki ilke ise Erdoğan'ın yeni bir gelecek inşası için, uluslararası sistemin anahtarı olarak önerdiği adalet nosyonu üzerine kurulu. İçine girdiğimiz uluslararası sistem krizine çözümü buradan başlatmayı öneriyor Erdoğan. Esasen “Dünya Beşten Büyüktür” sloganıyla özetlediği arayış da bu. Bir yanda dünyanın zenginliklerine el koyan ve hesap vermeyen büyük devletler; diğer yanda o zenginlikleri yaratmasına rağmen, gücü yetmediği için çok daha azına razı olan ve itiraz hakkı bulunmayan milyarlarca insan. Bir yanda ülkesine davet ettiği devlet başkanlarını (Lübnan ve Gabon) rehin alan, kraliyet ailesini (hatta kendi annesini bile) tutuklayıp bir otele tıkan ve paralarına el koyan, kendi konsolosluğunda bir gazeteciyi en vahşi yöntemlerle katlettiren ama etrafa para saçarak tüm bunların üzerini örtebileceğine inanan bir tiran. Diğer yanda her ne olursa olsun bu aşağılık cinayetin örtbas edilmesine izin vermeyeceğini, bunun tüm dünyanın ahlaki ve hukuki sorumluluğu olduğunu ilan eden bir lider. Dünya ikisinden birini tercih etmek zorunda. Sonuç ne olursa olsun, İslam dünyasına dayatılmak istenen ve Suudi Arabistan'ın başrolde olduğu “ılımlı İslam'ın model ülkesi projesi” ağır yara aldı. Sinema salonu açıp kadınlara sürücü ehliyeti vermekle reformist olunamayacağını canlı yayında izlemiş olduk. “Batı yanlısı reformcu lider” imajıyla piyasaya sürülen Muhammed bin Selman, elinde kemik testeresiyle gezen fütursuz bir barbar olarak zihinlere yerleşti artık. Bundan sonra, 1,7 milyar Müslüman'ın kutsal mekânlarının idaresi böyle pervasız birinin kanlı ellerinde bırakılamaz.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Cengiz Alğan
Eşkıya Mekke’ye hükümdar olmaz
İtiraf edeyim ki Cemal Kaşıkçı cinayetini ilk önce (iki Türk yetkiliye dayandırarak) yabancı ajansların duyurmasını yadırgamış, bu ajanslara bilgi veren yetkililerin kim olduğunun bulunması gerektiğini düşünmüştüm. Her aceleci yorumcu gibi yanılmışım. Günler ilerledikçe yabancı ajanslara azar azar yapılan bilgilendirmelerin başarılı bir iletişim ve kriz yönetimi yöntemi olarak seçildiği anlaşıldı. Önce yerli ajanslar yayınlasa, belki de uluslararası kamuoyunda bu kadar büyük bir etki yaratılamayacaktı. Bunu herhalde Cumhurbaşkanlığı iletişim ofisinin ve istihbaratın başarısı saymak gerekir.
***
İlerleyen günlerde, Suud yönetimi, konsolosluk binasında dolapları basına gösterip “bakın burada değil” saçmalığından, 22 kişiyi tutuklayıp beş tanesini idamla yargılama aşamasına evrildi. Bütün dünya (Kılıçdaroğlu hariç) Türkiye'yi takdir, Suud yönetimini tel'in etmeye başladı. Nihayet Birleşmiş Milletler de “uluslararası soruşturma” çağrısı yaptı.
En son Arjantin'deki G20 zirvesinde Başkan Erdoğan'ın “uluslararası yargıyı ayağa kaldırmak ve Birleşmiş Milletler'i harekete geçirmek”ten söz etmesi ve Suudi veliaht prensini, tüm liderlerin önünde apaçık suçlamasıyla prensin kaçabileceği bir yer kalmadı.
Artık Kaşıkçı cinayeti davası, Erdoğan'ın şeffaflık ve adalet zemininde yürüttüğü çabalar sayesinde, sadece bir cinayet davası olmaktan çıktı. Aynı zamanda, karşı karşıya gelen iki ahlaki önermenin tartışılmasına dönüştü. Erdoğan dünyayı iki ahlaki ilkeden birini tercih edip buna göre davranmaya zorluyor.
***
Bu ilkelerden biri, Trump'ın savunduğu ve sadece paranın hükümranlığına dayanan “ilke”. Olaya ticari ilişkileri ve İsrail'in güvenliği penceresinden bakan ABD başkanı “yaşadığımız berbat çağda belki de bütün dünya suçlu” gibi anlamsız argümanlarla prensi harcamaya bir türlü yanaşmadı. Ama “tarihteki en kötü örtbas girişimi” diyerek suçluyu bildiğini de itiraf etmiş oldu.
G20 zirvesine prensin gönderilmesi onu yeniden meşrulaştırma girişimiydi. Nitekim Putin'le samimi pozları, Macron'la baş başa samimi görüşmeleri gibi medyaya yansıyan kareler bunu kanıtlar nitelikte. Herkes cinayetin baş sorumlusunun veliaht prens olduğunu biliyor ama Suudi petro-dolarları öyle iştah açıcı ki kimse onunla arasını bozmayı göze alamıyor.
İkinci ahlaki ilke ise Erdoğan'ın yeni bir gelecek inşası için, uluslararası sistemin anahtarı olarak önerdiği adalet nosyonu üzerine kurulu. İçine girdiğimiz uluslararası sistem krizine çözümü buradan başlatmayı öneriyor Erdoğan. Esasen “Dünya Beşten Büyüktür” sloganıyla özetlediği arayış da bu.
Bir yanda dünyanın zenginliklerine el koyan ve hesap vermeyen büyük devletler; diğer yanda o zenginlikleri yaratmasına rağmen, gücü yetmediği için çok daha azına razı olan ve itiraz hakkı bulunmayan milyarlarca insan.
Bir yanda ülkesine davet ettiği devlet başkanlarını (Lübnan ve Gabon) rehin alan, kraliyet ailesini (hatta kendi annesini bile) tutuklayıp bir otele tıkan ve paralarına el koyan, kendi konsolosluğunda bir gazeteciyi en vahşi yöntemlerle katlettiren ama etrafa para saçarak tüm bunların üzerini örtebileceğine inanan bir tiran. Diğer yanda her ne olursa olsun bu aşağılık cinayetin örtbas edilmesine izin vermeyeceğini, bunun tüm dünyanın ahlaki ve hukuki sorumluluğu olduğunu ilan eden bir lider. Dünya ikisinden birini tercih etmek zorunda.
Sonuç ne olursa olsun, İslam dünyasına dayatılmak istenen ve Suudi Arabistan'ın başrolde olduğu “ılımlı İslam'ın model ülkesi projesi” ağır yara aldı. Sinema salonu açıp kadınlara sürücü ehliyeti vermekle reformist olunamayacağını canlı yayında izlemiş olduk. “Batı yanlısı reformcu lider” imajıyla piyasaya sürülen Muhammed bin Selman, elinde kemik testeresiyle gezen fütursuz bir barbar olarak zihinlere yerleşti artık. Bundan sonra, 1,7 milyar Müslüman'ın kutsal mekânlarının idaresi böyle pervasız birinin kanlı ellerinde bırakılamaz.