SON DAKİKA
Hava Durumu

Özür beklemek hakkımız…

Yazının Giriş Tarihi: 14.01.2016 06:59
Yazının Güncellenme Tarihi: 14.01.2016 06:59

Geçtiğimiz hafta Yeni Şafak Yazarı ve Başbakan Başdanışmanı Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün'ün 2000 yılında Uludağ Üniversitesi'nde Rektörlüğe yazmış olduğu bir dilekçe ortaya çıktı.

Dilekçeyi okuyanlar bilir. Özetle bir sınav esnasında başörtüsüyle sınava giren bir kız öğrencinin önce başını yarıya kadar açtırıp daha sonra tüm bunlara rağmen hakkında tutanak tutan bir asistanı koruyor, bu duruma karşı çıkan asistanı da suçluyor.

Açıkçası Süleyman Seyfi Öğün medyada yazmaya başladıktan sonra benim yakından takip ettiğim, yazılarını beğenip yazılarından istifade ettiğim ve entelektüel birikiminden kuşku duymadığım bir isim.

Hatta kendisiyle yüz yüze hiç tanışmasam da birkaç kere telefonda konuşmuşluğumuz ve Uzay Haber'deki Kayıt Dışı programıma çağırmışlığım var.
Kendisi yoğun olduğu için programıma katılamayacağını belirtmesine rağmen kendisinin kitaplarını okuduğum için de bir yüz yüze görüşelim teklifinde bulunmuştum, o da kabul etmişti.

Bunun dışında kendisini sadece yazılarından tanıyorum.

Süleyman Seyfi Öğün bu olayla ilgili yazmış olduğu “Ayıp” başlıklı yazıda o dönemi “asayişi korumakla” ilişkilendirdi.

Açıkçası entelektüel birikiminden kuşku duymadığım ve yazılarını severek okuduğum Süleyman Seyfi Öğün'e bu durumu yakıştıramadım.

Olayın üzerinden 15-16 sene geçmesine rağmen kendisinin bu konuyla ilgili yazacağı yazıda özür dilemesini, yaptığının hata olduğunu belirtmesini özellikle Başbakan Başdanışmanı görevine geldikten sonra beklerdim.
Lakin bu mümkün olmadı.

Konu kamuoyuna yansıdıktan sonra Süleyman Seyfi Öğün'e haklı tepkilerin olmasını normal karşılamak gerekiyor ve bu duruma gereken tepkiyi göstermek de hepimizin görevi olmalı diye düşünüyorum.

Konuyla ilgili yazı yazan ve her yazısına çok değer verdiğim Sabah Gazetesi Yazarı Hilâl Kaplan'ın şu söylediklerine ise katılmamak mümkün değil: “Öğün, yazılarını ve konuşmalarını istifade ederek takip ettiğim, şu üç yıllık cinnet ortamına rağmen ahlâkî bulduğunu savunduğu için kendi mahallesine mesafe almasıyla takdir ettiğim bir hoca. Hayal kırıklığı olsa da mesele ettiğim 15 yıl önce yazılmış o dilekçeden çok, kendisinin geçen günkü "Ayıp" yazısında o günkü davranışını olduğu gibi sahiplenmesi, 'bugün olsa yine aynısını yaparım' mesajını vermesi oldu. Çünkü içten içe Öğün'ün böyle düşünmediğini umut etmek istiyorum. Çünkü ilgili bir okuru olarak kendisinin, faşizmi içselleştiren bu tavrı Nürnberg Mahkemeleri- 12 Eylül kıyası üzerinden yakın zamanda şöyle eleştirdiğini biliyorum: "Orta ve alt düzeylere indikçe gelen savunmalar, 'Ne yapsaydım? Emir yukarıdan geliyordu' cümlesiyle başlıyordu. Yargı süreci kısa bir şaşkınlık geçirdi. Ama bunun da üzerine gittiler. Emir kulu olmak kimseyi kurtarmadı. Türkiye'de ise bu konuda en küçük bir girişim bile olmadı." "Böyle gelmiş, böyle gider", "Emir yukarıdan geliyor", "Benim yapabileceğim hiçbir şey yok" deyip gündelik hayatına içinde en küçük bir sızı bile duymadan devam eden, yıllar sonra yüzleşme şansı verildiğinde bile 'yine olsa, yine yaparım' diyen öznelerin zuhur edişine alışığız. Öğün gibi 'normal, sıradan, herhangi biri' olmayan isimlerin bunlarla kendini eşitlemesine değiliz. Samimi bir izahat beklemek hakkımız.”

Hepimizin geçmişte yapmış olduğu çok büyük hatalar vardır. Bunların hepsini bileyerek ya da bilmeyerek yapmış olabiliriz ama gün bugünü gösterdiğinde fikirlerinin de büyük ölçüde değiştiğini düşündüğüm Süleyman Seyfi Öğün'ün zamanında yapmış olduğu bu hatadan ötürü özür dilemesi de büyük anlam taşırdı.
Özellikle bu konu kamuoyuna yansıdıktan sonra Süleyman Seyfi Öğün'ün 92 yılında bir dergiye vermiş olduğu röportajda başörtüsü özgürlüğünü savunmasını değerli buluyorum. Ama o dönemde vermiş olduğu o röportajın 2000 yılındaki o dilekçeyi aklaması da düşünülemez.

Özellikle Süleyman Seyfi Öğün'ün Başbakan Başdanışmanı olması münasebetiyle konuyu geçiştiren yahut hiç görmeyen gazeteleri, yazarları da çok haklı bulduğum söylenemez. Ve bu noktada şöyle bir soru sorsak pek de haksız sayılmayız diye düşünüyorum: Peki Süleyman Seyfi Öğün değil de bu kişi Kemalist biri olsaydı yine bu suskunluk, yine bu görmemezlik ve yine verilmiş olan bu tepkinin şiddeti aynı mı olurdu?

Ben açıkçası cevabın hayır olduğunu düşünüyorum. İşte tam bu noktada ilkeli olmalıyız, diğer mahallelerin ne yaptığının bir önemi yok, önemli olan bizim ilkemiz.
Tartışmalarımızı, kavgamızı, eleştirilerimizi yüksek sesle yapma becerisine sahip olmalıyız. Özellikle AK Parti'nin kapsadığı bu mahallenin son dönem de tartışmalarını bu denli yapamamasının çok büyük kayıp olduğunu düşünüyorum.

Hatalarımızı yüksek sesle konuşmak zorundayız ki toplumun bizi anlaması, toplumun bu noktada bizi yönlendirmesi ve toplumu da içine katarak Yeni Türkiye'yi inşa etmeyi hep birlikte başarmalıyız.

Ben İslamcı biri değilim. Geçmiş yıllarda da sol bir düşünceye hakimdim. Bugünlere değişerek geldim, kendimi güncelleyerek geldim. Süleyman Seyfi Öğün'ün de bu değişimi yaşadığını düşünebiliriz. Lakin özeleştirimi de bu konuda yaptım ve bu mahalle beni bağrına bastı, aynı şekilde Süleyman Seyfi Öğün de bu konuda özeleştirisini yapıp özrünü dilerse konuyu ben şahsım adına unuturum ve bu mahalleden yükselen tepkilerin de açıkçası dineceğini düşünürüm.

İslamcı biri olmamam dolayısıyla bu meseleyi bu kadar önemsiyorsam AK Parti'nin taban kitlesinin çoğunluğunun 28 Şubat'ta mağdur insanlardan oluştuğuyla ilintisi var. AK Parti mağdurların partisi ve gerçekten devletin o insan hakkı gaspına dayanan felsefesiyle mücadele etmiş bir parti ve o açıdan bakacak olursak bu konuyla ilgili seslerini çıkarmayan İslamcı bazı gazete ve yazarları da açıkçası samimi bulmuyorum ve bugüne kadar beş vakit 28 Şubat demeleri de bu saatten sonra bence çok anlamlı değil.

Önemli olan kendi mahallemizden biri bunu yaptığında eleştirebilmek, onu tekrar kazanabilmek adına özeleştiriye davet edip özrünü beklemek. Bu tabanın mağdurların tabanı olduğunu gördüğümüze göre ve AK Parti felsefesi mağdur insanları artık mağdur etmeme felsefesine göre oluştuğunu bildiğimize göre bunu yapmak çok önemli bir vicdan görevidir.

Eğer bazı İslamcılar 15 sene önceki mesele diyorlarsa (ki diyenler oldu) oturup o zaman 28 Şubat'la da hesaplaşmamızın bir anlamı yok. Konuyla ilgili bu noktada severek okuduğum Lacivert Dergisi'nin Genel Yayın Yönetmeni Meryem İlayda Atlas Twitter'dan çok güzel demişti: “15 sene önceki meseleyi hatırlamayalım diyenler ikide bir Kemalistleri Milli Şef dönemini de hatırlamasın madem, ki bu ne siyaset ne tarih”

Tabi bu noktada Süleyman Seyfi Öğün'ün dilekçesinde şikayet ettiği asistan olan Dr. Ahmet Keşli Twitter'da @DrKesli hesabını açtı ve kendisine oradan ulaştım, telefonda da bir kere konuştuk ve “eğer demek istediğiniz bir şey varsa köşem size açıktır” dedim, o da bu teklifimi kırmadı ve mail üzerinden bir söyleşi gerçekleştirdik. (Detaylı röportaj için de Furkan Gençoğlu'nun Genç Öncüler'de yapmış olduğu röportaja bakabilirsiniz: http://www.genconculer.com/dr-ahmet-kesli-ile-suleyman-seyfi-ogun-olayinin-detaylarini-ve-akademide-28-subati-konustuk/)

Ahmet Keşli'ye neden bu olaydan sonra hemen Twitter açtığını ve bu belgenin nasıl ortaya çıktığını sordum o da cevapladı:Hesap benimdir. Bu şahsın Başbakanlık Başdanışmanlığı'na atanmasından sonra kamuoyunu doğru bilgilendirmek için bu hesabı kullanmaya başladım. Üniversiteden atıldığım zaman davalarımda kendimi savunabilmek için Üniversiteye başvurup kendi özlük dosyamın bir suretini almıştım. Süleyman Seyfi'nin atamasından sonra özlük dosyamdaki o belgeyi çıkartıp çok anlamlı desteklerini gördüğüm bazı dostlarıma bu belgeyi vermiştim. Sessizce ilgililere ulaşmasını ve gereğinin de sessizce kimse duymadan yapılmasını istemiştim. Birkaç tane de arkadaşım ile bu belgeyi paylaşmıştım. Bir anda bir yol kazası oldu, bu belge sosyal medyaya düştü. Sonra da ben Twitter hesabı açıp bu belgenin üç yeri sarı ile çizilmiş versiyonunu paylaşmak ve açıklama yapmak durumunda kaldım. Bu olaydan sonra Twitter kullanıcısı olduğum için açıkçası o mecrayı da yeni yeni öğreniyorum, acemiliğim her halimden belli oluyordur. Çok zaman alıyor, bu mesele tavazzuh edip gereği yapıldıktan sonra da çok fazla kullanacağımı sanmıyorum. Her Müslüman “durumdan vazife çıkarma” görevini en güzel şekilde yapabilmelidir, benim bu olaya bakışım da bundan ibarettir. Konunun kamuoyu ilgisinde olması nedeniyle @DrKesli hesabın takipçisi de artıyor sürekli.”

Ardından kendisinden yaşamış olduğu bu olayı anlatmasını istedim ve o da tüm samimiyetiyle anlattı: “O zamanlar Uludağ Üniversitesi İİB Ticaret Hukuku Anabilim Dalında görevli genç bir Araştırma Görevlisiydim. Üzerinden uzun yıllar geçmiş ben bile farkında değildim 15 yıl olduğunun, benim zihnimde o zamanlarda yaşananlar hiç silinmediği için sanki dün gibiler... O olay şu şekilde yaşandı, ben sınav görevlisi olarak sınav salonuna elimde sınav kağıtları ile girdim. Büyük ve uzunca bir salondaydı sınav. Bir hanım kızımız benim durduğum konuma göre sol arkalarda oturuyordu ve başı kapalıydı. İlk anda ben de ne yapacağımı bilemedim. Zira ben asayiş polisi değilim, eğer hukuka aykırı bir durum varsa polis kapıdan sokmasın benim görevim bilim, bilgi, ilim, irfan. Öğrencilere dönerek “arkadaşlar sınavı başlatacağım” dedim, devamla o kızımızın olduğu tarafa bakarak “lütfen sınav kurallarına uyun” derken daha cümlem bitmeden kızımız başını açtı, kesmeden söze devam ettim, sınıfa dönerek “kitap, defter, not kalmasın” dedim. Açıkçası, o kızımız başını açmamış olsaydı da ne dışarı atardım ne de tutanak tutardım. Allah beni o seviyeye hiç düşürmedi, hamdolsun. Bir seferinde, başka bir üniversitede bir idarecimiz benim de bulunduğum 4-5 gözetmenli bir salona gelip “bu salonda başı kapalı öğrenciler var, bunlara tutanak tutmamız lazım” diye benim tutanak tutmamı istercesine bana yöneldiğinde, yüzümde nasıl bir ifade oluşmuşsa, dönüp diğer görevlilere tutanak tutturdu bana da imzaya getirmediler sağolsunlar. Basına yansıyan belgeye konu olayda sınav nizamını sağladıktan sonra sınavı başlattım, o arada diğer gözetmen arkadaş da gelmişti. Biz iki gözetmen sınavı yaparken kapı açıldı, Süleyman Seyfi Öğün'ün asistanı Mert Gökırmak salonu teftişe geldi. Ben bu sefer salonun sağ tarafında cam kenarında öndeyken sol arkadaki bahse konu öğrencimiz ile kısık sesli konuşmaları oldu, sonra bir anda Mert Gökırmak hanım kızımızın kağıdını alıp “dalga mı geçiyorsun, biz burada sınav yapıyoruz” diyerek kürsüye doğru yürüdü. Kağıdını alıp öğrenciyi sınavdan atmış oldu. Doğal olarak o salondaki sınavın sorumlusu ben olduğum için yanına gittim. “Başını açmıyor dedi”. Halbuki, öğrencimiz benim gözümün önünde başını açmıştı. Ben de hukukçu olarak kendi kendime “hukuken şimdi ne olacak” diye düşünüyordum. Ancak o dönemde en son düşünülecek şeymiş meğer hukuk, sonradan bunu çok çok iyi öğrettiler bana. Mert Gökırmak orada bir de tutanak tuttu, benim de imzalamamı istedi. Alıp okuduğumda, “gerçekten” benim şahit olmadığım, hatta öyle olmadığına şahit olduğum ifadeler vardı. Ben de kendisine dönüp, “ben bunlara şahit olmadım, bir hukukçu olarak şahit olmadığım birşeye imza atmam” dedim. Suratı düştü tabi ki. İmza atamazdım çünkü o kağıda bakıldığında “bu şahıs gidip öğrenciyi uyarmış, öğrenci ısrarla direnmiş tekrar uyarılmış, adeta kavga boyutunda bir direnç varmış da bu nedenle öğrencinin kağıdı alınıp sınavdan çıkartılmış” gibi bir dizi vaki olmamış ve benim tanık olmadığım hadiseler yazılmıştı, bu nedenle imzalamadım. Bu tutanağı o günkü diğer gözetmen Mehmet Eryılmaz imzalamıştı. Sınavda “niçin bu sahte tutanağı imzaladın” dediğimde, cümlelerini hatırlamıyorum ama özetle “imzalamazsam başım ağrır” anlamında bir şey söylemişti. Daha sonra bu arkadaş ile -bir kere hariç- hiç konuşmadım diye hatırlıyorum, onda da bana ceza vermişlerdi, bir yerde denk geldi sordum “niçin imzaladın, sen o sahte tutanağı imzaladığın için bu olay yaşandı” dediğimde bana “hocam sen arkandan konuşulanları, dönen dolapları bilmiyorsun” demişti. Zira o dönemde benim “mevcut Anayasal Düzeni Yıkıp Yerine …. Esaslarına dayalı bir devlet kurma suçundan Devlet Güvenlik Mahkemesinde (DGM) yargılanmam bile konuşulmuştu. Sınav esnasında öğrenci salondan çıktıktan sonra, sınav salonundaki yoklama kağıdına bu hususu şerh düşmemiz lazımdı, o şerhi düşerken de tartışa tartışa zorla da olsa cümleleri seçe seçe kullandırmaya gayret ettim ki, doğru neyse dosdoğru yazılsın… Bu öğrencinin sınavdan atıldığını yazdık imzaladık. Sınav çıkışında, bu sefer Mert Gökırmak benden yeniden imza istedi, ben de “bir olayın görmediğim kısımlarının anlatıldığı ve gördüğüm kısımlarının da farklı anlatıldığı bir kağıda imza atmayacağımı” beyan ettim. Bana dönüp mağrur ve mütehakkim bir üslupla “İktidarda tereddüt olmaz, sen bilmiyor musun…!” diyince benim hukukçu damarlarım depreşti, “iktidarda tereddüt olmaz demek devlet tuttuğunu silkeler mi demektir? Devleti terör örgütünden ayıran unsur, devlet bir terörist ile de olsa hukuk kuralları ile mücadele eder, ben hukukçuyum, bu anlayış bana ters” dedim. O arada öğrenci geldi, “hocam beni niçin attınız” diyince (hatırladığım kadarıyla, başım açıktı-kapalıydı tartışmalarından sonra) Mert Gökırmak, “başı kapalı sınava girmek yasaktır” bağlamında konuşurken, öğrencimiz “başı kapalı olarak sınava girmenin serbest olduğunu, bu konuda bir kanuni yasaklama olmadığını, Bursa İdare Mahkemesi'nin bu yönde kararları olduğunu” söyledi. Ben de Mahkeme kararını duymuştum ama görmemiştim, “karar sizde var mı, gördünüz mü” dedim. Öğrenci de var olduğunu söyleyince “bana da getirirseniz ben de göreyim” dedim, “tamam” dedi kartımı verdim. Bu arada Mert Gökırmak “yok öyle bir şey başı kapalı sınava girmek yasaktır, bu konuda mevzuatta düzenleme var” vs dedi. Beni de bu hatasını tasdik ettirmeye çalışınca ben “Temel hak ve özgürlüklerde özgürlük asıl, sınırlama istisnadır. Cezada da aynıdır. Bir şey açıkça yasaklanmamışsa serbest kabul edilir. Kıyas veya yorum ile ceza ihdas olunamaz. Bu konuda açık bir yasaklama yok. Hangi kanunun hangi maddesi yasaklıyor? Siz bunu 1982 Anayasasının satır aralarında gizli bir devlet felsefesinin uygulaması olarak görüyorsunuz. Ancak pozitif hukukta bir karşılığı yok.” dedim. Öğrencimiz de “hocam siz de Şapka Kanunu gereği şapka takmak zorundasınız ancak şapka takmadan okula geliyorsunuz, siz de suç işliyorsunuz” deyince, Mert Gökırmak “yok öyle bir zorunluluk” diye buna da muhalefet etti ben de “var hocam bu Kanun Anayasa'nın devrim kanunlarının korunmasına ilişkin hükmü nedeniyle korunmaktadır” diyince şaşkınlık geçirmişti. O anda bir sonuç elde edemeden dağıldık. Birkaç gün sonra bu öğrencimizle okulda karşılaştık, “hocam hakkınızı helal edin, kusura bakmayın, sizi de sıkıntıya soktum, bundan sonra bu adamlar sizi burada yaşatmazlar” anlamında birşeyler söyledi. Ben de “ben doğruyu yaptım, bir hukukçu olarak kürsüye çıkıp size hak-hukuk anlatıp, sonra da gerçek olmayan bir düzmece tutanağı imzalamak bana ters. Bugün olsa yine aynısını yaparım” dedim. Biraz da ayak üstü konuşup ayrıldık. Sonra hiç görmedim şimdi nerededir bilmiyorum, inşallah o günkü salabetiyle memlekete hayırlı hizmetler yapıyor, hayırlı evlatlar yetiştiriyordur. Olayı yaşayan biri olarak meseleyi bugün ve özellikle bu iktidarın yumuşak koltuğunda “asayiş meselesidir” diye nitelemeyi şahsım ve dava arkadaşlarımız açısından o gün yaşanandan daha fazla “aşağılayıcı ve rencide edici” buluyorum.”

Kendisine bu olayın neden şimdi ortaya çıktığını ve daha sonradan hiç Süleyman Seyfi Öğün'le konuşup konuşmadığını da sordum: “Üniversitedeki arkadaşlarımız ile herkesin hayata bakışını müzakere ettiğimiz gibi bu şahısla birebir münasebeti olan arkadaşlarımızdan analizini dinledim. Bu belgenin basında yer alıp da konu tartışılmaya başlandıktan sonra açıp tekrar Üniversitedeki pek çok arkadaşımıza sordum, onların da görüşlerini aldım. Uludağ üniversitesinden alnı secde görmüş, her dönemde dik durmuş olan kime sorarsanız sorun bu şahsın ne olduğunu açık seçik anlatıyor. Ancak ondan önce ilgilenmemi gerektirecek bir yanı da yok doğrusu bu şahsın, ben hukukçuyum gerçekte olanı esas alıp hukuk kuralına uygulayıp sonuca hükmederim, yani “doğruyu” araştırıyorum. O siyaset bilimci, toluma bakıp teorik kurgular yapar. 15 Sene meselesine gelince, ben o dönemi kendi dünyamda kapattım. Mahkemelerde devam eden az sayıda dava kaldı onları da bitirince “huzuru ilahide açılacak bir hesap” olarak görüyordum. Süleyman Seyfi de bir üniversite hocasıydı, günümüz üniversitelerinin kalitesi de ortada üniversite öğretmeni ve okul müdürlerinden ibaret kısır bir yapı işte… Bu şahıs da kendi çapında bir şeyler yapıyordu beni hiç de ilgilendirmiyordu. Ne zaman ki, Başbakanlık Başdanışmanlığı'na geldi, o zaman benim için bu konu “memleket meselesi” haline geldi. Bunu bir “durumdan vazife çıkarma” görevi olarak görüyorum. Bu sefer de “biz aldandık” dememeliyiz. Bu dava geçmiş olan, bir davadır. Üniversitelerde başörtüsü zulmüyle geleceği karartılmış, ahireti için dünyasında FERAGAT etme izzetini gösterebilecek kadar asil bir nesil var -asımın nesli var- dikkat edin bir nesil diyorum, çok büyük bir kitlesel acı ve gözyaşı var bu işin yakın geçmişinde…! Şimdiki gençler o dönemi “tahayyül bile edemiyor”. Bu nedenle, “Kan ve gözyaşları üstünde saltanat kayığı sürmek” beni ve milletimizi derinden yaralamaktadır. Bu dava bütün zamanlarda hiçbir şekilde eğilmemiş, dimdik durabilmiş kişilerin omuzlarında taşınabilecek kadar ulvi bir davadır. Bu şahsın, bu anlamda, o göreve layık olduğunu düşünmüyorum. Başka bir iktidar getirebilir, başka bir görev verilerek kullanılabilir, ancak bu iktidar döneminde bu şahsın “bu göreve” siyaseten liyakati olduğuna inanmıyorum. Bizim liderimiz hapisten geldi, milletimiz hep mahkum oldu, biz Anadolu zencileriyiz, bizim sermayemiz irtica 500, öğrencimiz okuldan kovulmuş, Asistanımız üniversiteden atılmış…. Bu atama toplumun muhafazakar tabanında çok ciddi bir rahatsızlık doğurmuştur. Bana cebimden, ofisimden, emaillerimden, sosyal medyadan vs iletişim kanallarından, eş-dost vasıtasıyla vs şekillerde ulaşan insanlar bu rahatsızlığı çok açık ve net şekilde ifade etmektedir. “BENİM CUMHURBAŞKANIM” sırça köşklerden gelmedi, hapisten gelmiş, ağır bedeller ödemiş, siyaseten millete her seçimde hesabını vermiş, siyaset sahnesinde kimseye veremeyeceği bir hesap bırakmamışken, böyle bir şahsın “muhafazakar” demokrat bir partide bu göreve getirilmesini toplumun “muhafazakar” tabanının beklentileriyle uyumlu görmüyorum. Üniversite kurmuyoruz sonuçta, siyaset yapıyoruz. O görevlerde geçmişiyle ve bugünüyle tam salabetli, mutlak dirayetli insanlar olmalıdır. Bu nedenle bundan önceki dönemde bu belge ve bu şahıs beni ilgilendirmiyordu. Ancak, bu göreve getirilmiş bir kişi, bu “ümmetin” bir ferdi olarak beni doğrudan ve yakinen ilgilendiriyor, bunu da bir “durumdan vazife çıkarma” görevi olarak görüyorum. Biz kendi içimizde, geçmişi ve bugünü tertemiz nice ilim, irfan sahibi insanlar yetiştirdik, onlardan bütün zamanlarda hiçbir şekilde eğilmemiş, dimdik durabilmiş biri o göreve yakışır. En önemlisi de bu tür en üst düzey görevler “her şart altında” dik durabilecek dava adamı olanlardan başkasına verilmemelidir.” AK Parti, geçmişte hayatı zından edilmiş, geleceği karartılmış, hayalleri söndürülmüş, sefaletler çekmiş, kan ve gözyaşı akıtmış insanlara, 28 Şubat zihniyetinin “BAŞÖRTÜSÜ YASAKTIR, PERVASIZLIKTIR, SABOTE ETMEKTİR” cümlelerini belgelere dökmüş faillerinden birini Başbakanlık Başdanışmanı yaptığını nasıl anlatacak? İkna odalarından çıkan zihniyeti göreve getirince tabanı nasıl ikna edecek?

Bu olay ortaya çıktıktan sonra kendisinin FETÖ mensubu olduğu ya da ortaya onlara hizmet ettiği tarzında yorumlar yapılmıştı. Ahmet Keşli'ye bu duruma ilişkin cevabını da sordum: “Son dönemim vebası bu, kim bir yanlışı eleştirse veya birinin menfaatine dokunsa hemen bu yafta ile yaftalanıyor. Bu hastalık o boyutta ki, şu anda oturduğum sitede İBB iştiraki KİPTAŞ tarafından atanmış bir yönetim var, üst düzey bir kamu görevlisinin (bir ilimizin valisi) memuriyet nüfuzunu suiistimal ederek yaptığı/yaptırdığı bir hukuka aykırı işi ben yargıya taşıdım ve ilgili mercilere ilettim. Bu kadarcık basit bir meselede bile hemen bu yaftalama yapıldı. Allah'tan Türkiye küçük bir ülke ki, beni ve ailemi mazimizle ve bu günümüzle tanıyan dostlarımız sağolsunlar, bizimle ilgili gerekli ve doğru açıklamayı yapabiliyorlar da biz de bu yaftalardan kurtuluyoruz. Tabi benim açımdan bu yaftalama sorun olmuyor, çünkü bizim ne olduğumuzu ve ne olMAdığımızı herkes çok iyi bilir. Bu memlekette şu veya bu şekilde eskiden bu yapıya bulaşMAmış kaç kişi var bir bakın bakalım. İsmini vermeyim, Tayyip Beyin kendisi ve en yakınındaki dostlarımız bile eskiden bir şekilde o grupla ilgiliydi. Ancak, herkes benim kadar şanslı değil, doğru kişilere erişemediği veya kendini ifade etme imkanı bulamadığı için yaftalanan bir dolu masum olabilir. Bu nedenle, bu sakızı çiğnemeden önce iyice emin olmak lazım. Ancak görülen o ki, bu mesele “adaleti izafiye ve adaleti mahza” bağlamında siyasi olarak adaleti izafiye ile yürümeyi zorunlu kılmaktadır ve buna bu yapı iyice çökertilene kadar bir süre daha devam edilmek zorunda kalınacak. Ben de İlk asistanlığa başladığım Erzincan Hukuk Fakültesinden tanıdığımız bazı kişiler vardı Fatih Üniversitesine geçmiş, beni arayıp “hocam senden istifade etmek isteriz, bizde hoca olarak görev yapar mısın” dediklerinde, o dönemde herşey içiçeydi, tüm halkımız, siyasetçilerimiz ve Cumhurbaşkanımız gibi ben de o grubun dine hizmet ettiğini düşünüyordum, kabul ettim. Hatta ücret olarak ne istersiniz diye sorduklarında da “bunu ilmimizin zekatı olarak görün” demiştim. Ancak resmi olarak mecburen bir bedel ödemeleri gerekiyormuş, asgarisi neyse onu ödeyin demiştim. Bu olaydan sonra çevremdekilerden bazıları beni arayıp tenkit etmişti, “o yapı ilerde büyük bir fitneye neden olacak, şimdiden hiç bulaşmamış ol” demişlerdi, ben de kendi kendime “bu da İslami bir hizmettir” diye düşünerek o dönemde orada bulunmakta bir mahzur olmadığını sanmıştım. Sonradan anladım ki, abim haklıymış. Zaten dersaneler problemi çıkınca ben Üniversitede kürsüden açıkça “hükümetin haklı olduğunu, cemaatin siyasi bir yapı gibi hareket ettiğini, dine hizmet eden bir yapının yalnız ve ancak iman ve Kur'an hizmeti ile alakadar olması gerektiğini, bu meselede ordunun taburları gibi herkesin bir vazife ile muvazzaf olduğunu, siyasi hizmetlerin de AK Parti tarafından yapıldığını, ordunun taburları arasında veya bir fabrikanın çarkları arasında birbirinin vazifesine mani olmamak gerektiğini vs, bu nedenlerle cemaatin yanlış yaptığını” söyleyip öğrenciler ile uzun ve hararetli bir tartışmamız da olmuştu. Ben Süleyman Seyfi ile olan olayda da BELGELİ olduğu üzere, doğruyu dosdoğru söylemekten hayatımın hiçbir döneminde korkmamış bir adam olduğum için, kürsüden de korkmadan konuşuyordum. Hatta Twitter hesabımda da eğilip bükülmeden yazdığımı herkes görüyordur. O günlerden birinde öğrencilerimden biri yanıma gelip, “Hocam bu Üniversitede bunları bir tek siz söyleyebiliyorsunuz, sizi buradan atarlar” dediğinde, “Biz doğruyu dosdoğru söyleyelim, onlar bizi tutmasın sorun değil. Biz bu millete gönülden bağlıyız, göbekten değil” demiştim. Daha 17 Aralık bile ortada yokken bizim yollarımız ayrılmıştı zaten. Hatta yanlış hatırlamıyorsam o derslerimizden birinde şimdiki AK Parti İstanbul Esenyurt Belediye Başkanımız Sayın Necmi KADIOĞLU'nun da oğlu ile başka pek çok AK Parti gençlik kollarından öğrencilerim vardı. O dersten sonraki dönemde “çok konuştuğum için” yollarımız fiilen ayrıldı. Zaten evimi de İstanbul'un öbür ucuna taşımıştım, daha sonra da yoğunluktan bir zaman bulduğumda gidip istifa ettim. Müvekkilim B.Ö.'nün avukatı olarak yaptığım şikayet sonucunda İstanbul 14.Ağır Ceza Mahkemesi 2015/297 Esas numaralı dosyada Fethullah Gülen hakkında tutuklama kararı çıkartmış bir avukatım ben, buna rağmen böyle bir iddia akıl tutulmasından öteye gidemez. Dolayısıyla, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip ERDOĞAN ne kadar paralelci ise ben de o kadar paralelciyim. Bu paralel yapının bir faydası oldu o da, kurumların cemaat ve tarikat esaslı yapılanması tasfiye edildi. Şu anda hiçbir Bakanlık bir tek cemaat veya tarikatın kontrolüne verilmiyor. Bakanlıklar düzeyindeki bir yapının mikro düzeydeki her bir kurumda tatbik edilmesi, hiçbir kurumun bir tek cemaat veya tarikatın mensuplarının kontrolüne verilmemesi ve hukukun mutlak olarak hakim kılınması gerekiyor. Aksi halde klik içi dayanışma nedeniyle o gruba mensup olmayanların her düzeyde ve her şekilde hakları ihlal edilmiş oluyor. Bu paralel yapı operasyonları sonrası devlet bütün kurumlarda daha güçlü ve hakim duruma geldi. Cemaatler ve tarikatlar daha sağlıklı mecraya girme yoluna girdi. Kısaca dahilde İttihad-ı İslamın temelleri atılmış oldu. Hükümetimiz bu süreci son derece başarılı şekilde yürütüyor. Son olarak paralel yapı mensuplarının da İslami usul ve esaslara göre kendilerini yeniden analiz edip, o hastalıktan kurtulması gerekiyor. İslamiyet'te “vahyin gölgesindeki akıl” hakimdir. Aklını abilerinin ceplerine koymuşluk, ruhban sınıfı oluşturmaktır ki, bu da İslamiyetin temel esasları ile çelişmektedir. Bu kişiler kendilerinin de kaynak olarak kabul ettikleri ancak hiç okumadıkları Risele-i Nur esasları ile ve Kur'an ve sünnetin düsturları ile kendilerini tarafsız şekilde yeniden muhakeme etseler bu hastalıktan kurtulacaklarını umuyorum. Şunu da eklemekte yarar görüyorum. 28 Şubatın hesabının sorulması “statükoculuğu bir daha dirilmemek üzere bu topraklardan silmek, hukuku mutlak hakim kılmaktır.” Yoksa geriye dönüp insanları yargılamak-sorgulamak faydasız zarardır, biz Sayın Başbakanın son balkon konuşmasındaki “Demokrasiden, HUKUKTAN, merhametten, şefkatten sevgiden geri bir adım gidilmeyecektir. Herkesin HUKUKU güvence altındadır." cümlesi hesaplaşmadan daha kıymetlidir. BU anlamda, sandıkta “GÖNÜL BAĞI”nı ortaya koyan halka karşı AK Parti ile doğrudan veya dolaylı “FİİLİ BAĞI” bulunan bir seçkinler grubu oluşmuş, sandıkta gönül bağını ortaya koyan halka karşı bu seçkinler grubu üstünlük sergilemeye, güç suiistimalinde bulunmaya, kısaca “SEÇKİNCİLİK” yapmaya başlamıştır. Bu parti politikası değildir ancak şu veya bu esasa dayalı bir “iç dayanışma” halka karşı bir statükoculuğa dönüşmüştür. Sayın Başbakanımızın balkon konuşmasındaki bu vurgusu son derece önemli bir konuya değinmiştir. Son olarak, şunu da çok açık söyleyim, bu olayın benim için kişisel bir husumet tarafı asla ve asla yoktur. İkincisi, bu olayı bir öç alma şeklinde görmenin de çok büyük bir hata olduğunu düşünüyorum. Biz kesinlikle “muhabbete muhabbet, adavete adavet” mesleğini icra edip, “biz muhabbet fedaileriyiz” diyebilmeli, kişisel husumetlere asla davamızda yer vermemeliyiz. Bizim öç alma sevdamız yok, ancak baştacı yapılması beni ve o dönemde işkenceleri birlikte yaşadığımız her biri birer kahraman olan dava arkadaşlarımızı çok derinden yaraladı ve rencide etti.”

O dilekçenin mağduru Ahmet Keşli'nin yorumları bu şekilde.

Ben gazetecilik görevimi getirerek mağduriyete uğrayan Ahmet Keşli'nin konuyla ilgili açıklamalarını virgülüne dokunmadan yayınlamayı gazetecilik namusu olarak görüyorum.

Aynı zamanda şahsen kendi adıma Süleyman Seyfi Öğün'ün “Ayıp” yazısı yerine “Özür” yazısı yazmış olmasını dilerdim.

Olmadı ama hiç değilse her şeye rağmen özür bekleme hakkımız da hala bakidir diye düşünüyorum.

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.